ibni Arabi ' nin Hayatı-3

MUHYİDDÎN-İ ARABÎ III

Prof.Dr. Süleyman Uludağ

bir ağ kuruyorsun. Bu ağın dağınık olan iplerini düzenleyip bununla dağınık manâları bir araya getiriyor ve nesir ha­lindeki sözleri nazım şekline sokuyorsun." "Doğru ama şiirin konusunun marifetullah ve tevhid olduğunu nereden bildin?" dedim. "Ağ ile ancak çok nâdir canlılar av­lanır. Konusu Allah olmayan şiirlerde ise hayat, ruh ve izzet yoktur" diye cevapladı sorumu. Onun rüyayı yorumlaması, gör­düğü rüyadan daha şaşırtıcı gelmişti bana."(51)

Her halde İbn Arabî'nin anlatılan görüşleri etrafındakilere söylemesi ffakihleri rahatsız etmiş olacak ki onun bid'atçı veya kâfir birisi olduğunu söyleyip haps veya idam edilmesini istemeye başladılar. Bun­dan dolayı görüşleri ve hakikaten bir mü'min olup olmadığı fakihler arasında tartışılmaya başlandı. İbn Arabî, aleyhindeki bu tür söylentilere başlanngıçta fazla aldırmadı. Çünkü senelerce Mekkke'de iken, hayatta iken de, ölümünden sonra da deneneceği ve suçlanacağı hususunda Al­lah onu uyarmıştı. Ayrıca, o her fırsatta sözlü ve yazılı olarak eleştirdiği ve cahilliklerinden söz ettiği fakihlerden gelen bu tepkiyi tabii karşılıyordu. Fakat hoş­görülü bir hükümdar olan Melik Adill, Ebu'l-Hasan el-Bicâî tarafından savunulan İbn Arabî'nin aleyhindeki sözlere kulak asmadı. İbn Arabî Bağdad'da, Konya'da veya Anadolu'da iken Fahreddin Razî'nin (ö.606/1209) şöhretini duymuş, kendisine bir mektub yazarak kelam ve felsefe ile veya akıl ve kıyasla gerçeği bulamayacağını, bunun ancak keşf ve ilhamla bilenebilecegini bildirerek onu kelâm ve felsefeyi bırakarak tasavvufa yönelmeye davet etmişti. Ancak İbn Arabî'nin bu mektubu yazdığı tarih belli olmadığı gibi bunun Fah­reddin Râzî'ye ulaşıp ulaşmadığı, ulaştıysa buna cevap verip vermediği bilinmemektedir.

İbn Arabî, maruz kaldığı suçlamalar ve kendisine yapılan işkencelerden söz ederken: "Kâbe'de İbrahim makamında uyurken ruhlar aleminden bir ses işittim. Bu ses Allah'tan bana şu mesajı getiriyordu, "İbrahim makamına sığın. Zira o çokça ah vah eden halim selim biriydi." O vakit işkence göreceğimi anlamıştım(52). Cesur ve samimî bir sûfi olan İbn Arabî kendisini savunmuş olan Ebu'l-Hasan el-Bicâ'ye: "Kendisine Nâsüt âleminde Lâhût âlemi açılan bir kişi nasıl haps edilebilir" diye çıkışıyor, o ise: "Efendim bu şükür sayılabilecek şathiyelerdir. Sekr ehli kınanmaz" demekle yetindi(53).

d) İbn Arabî Anadolu'da

İbn Arabî 604/1207'de Kahire'den İs­kenderiye'ye oradan da Mekke'ye gelip dos­tu Ebu Şuca ile buluşuyor. Ancak se­madan aldığı işaretlere bakıp yol ha­zırlığına koyuluyor. Çünkü İbn Arabî'nin hizmet ettiği iyi hal sahibi bir şeyh ona: "İnsanların en ulu olanının ona boyun eğe­ceğini" haber vermişti (54). Bunun üzerine 607/1210'da tahta çıkan Birinci Keykavus'u ziyaret etmek için Konya'ya gel­mek üzere yola çıktı. Daha evvel şöhreti Anadolu'da yayılmış olan İbn Arabî Kon­ya'da Selçuklu Sultanı tarafından kar­şılandı. Sarayda iyi bir kabul gördü. Sul­tan kendisine yüzbin dirhem değerinde bir konak bağışladı. Allah rızası için ken­disinden sadaka isteyen birine İbn Arabî: "Bu köşkten başka bir şeyim yok. Bunu al, senin olsun" dedi(55). İbn Arabî Konya'da huzur içinde geçirdiği zaman zarfında Meşahidu'l-Esrâr ve Risaletul-Envâr isimli iki eser yazdı. Kendisinden faydalanmak is­teyen sûfilerle bir araya gelip sohbet et­meye başladı. Bunlar arasında ünlü mu­tasavvıf Evhaduddin Kirmânî (ö. 635) de vardı. Bu arada Sadreddin Konevî (ö. 673/ 1274) gibi yetenekli bir öğrenciye tasavvufî düşüncelerini anlatma imkânı buldu. Konevî'nin babası Mecduddin İshak, hâmisi Selçuklu Sultanı Birinci Gıyaseddin yenilgiye uğrayınca Şam'a gidip orada ya­şamaya başlamış ve buradan da hac için gittiği Mekke'de İbn Arabî'yle tanışmıştı. Herhalde 600/1200 senesinde Mekke'de tanıştıkları İbn Arabî'yi birlikte Anadolu'ya ve Konya'ya götürmek için o ikna etmeye çalışmıştı. İbn Arabi'nin Anadolu'ya ve Konya'ya gelişinde buradan giden hacıların da büyük tesiri olmuştur.

Camî diyor ki: "İbn Arabî Rum diyarına gelince Sadreddin Konevî’nin doğumu, ölümü, ilmi, irfanı gibi hususlarda keşfe dayanarak bilgi vermişti. Konya'da bulunan İbn Arabî o sırada dul bulunan Konevî'nin annesiyle evlenmişti. Konevî ise İbn Arabî'nin gözetiminde yetişmişti. Konevî'nin eserlerini iyi bir şekilde öğrenmeden İbn Arabî'nin fikir sistemini ve Vahdet-i Vûcud anlayışını akla ve şeriata uygun şekilde anlamak mümkün olmaz"(56). Diğer taraftan 606/1209 tarihinde dünyaya gelen Sadreddin Konevî'nin annesiyle İbn Arabî'nin evlendiğine ve bu sebeple onun üvey babası olduğuna dair ciddi bir kaydın olmadığını savunanlar da vardır (57). Fakat Cami'nin verdiği bilgi başka kaynaklarca doğrulanmasa bile İbn Arabî'nin onun üvey babası olduğu ihtimalini ortadan kaldırmaz. Konevî'nin anlattığına göre o sıralarda peygamberlerin ruhlarının semavî tecellileri İbn Arabî'ye maddî şekillerde zuhur ediyor veya bu ruhlar mânâ âleminde harikulade bir şekilde onun ruhu ile birleşiyordu. Konevî şöyle diyor: Şeyhimiz İbn Arabî dilediği peygamberlerin ruhu ile görüşme gücüne sahipti, isterse ruhun bu dünyaya inmesini ve maddî bir biçim almasını sağlıyor ve onunla görüşüyor, isterse rüyada görüşüyor, isterse kendisi beden kalıbından çıkıp ruhlar âlemine yük­seliyor ve onlarla görüşüyordu (58).

Bir gün Konya'da bir ressam bir keklik sureti (heykeli) yaptı. Bu suret canlı kekliğe o kadar çok benziyordu ki bir avcı bunu gerçek keklik sanıp üzerine kapandı. Fakat İbn Arabî suretin nisbetlerine bakıp bunun yapma olduğunu derhal fark etti. Bunu İbn Arabî'nin hayal ile hakikati ayırd edip edemediğini anlamak ve onu denemek için yapmışlardı. İbn Arabî bu konuda diyor ki: "Bununla ilgili olarak Konya'da bir ressam (musavvir) ile aramızda çok acaib bir olay geçti. Biz ona bir gün tahayyül sanatı hakkında bilmediği bazı şeylerden bahs et­miştik. Bir gün o bir keklik yaptı ve fark edilmeyecek şekilde bir yerinde kusur yaptı ve bunu gizledi. Tasvir konusunda bizi denemek için o sureti bize getirdi ve: "Buna ne dersin" dedi. "Çok mükemmel ancak bir kusuru var" dedim. "Ayaklarındaki oransızlık" deyince kalkıp beni öptü (59). İbn Arabî bu hatırasıyla ne kadar dikkatli olduğunu ve görüp nakl ettiği hususlarda kolay kolay hata yapmadığını anlatmak istiyor.

İbn Arabî kendisine gösterilen bu tür ilginin, rahatsız edici bazı hususlara sebep olacağını tahmin ediyor. Seyehatı seven tabiatı da buna eklenince Kayseri, Malatya, Sivas, Erzurum ve Harran gibi Anadolu şehirlerini dolaşıyor (60). 608/1212 senesinde Avarifu'l-Maarifin müellifi Sühreverdi'yle görüşmek için Bağdad'a geliyor. Rivayete göre bir araya gelen iki ünlü mutasavvıf hiç konuşmadan uzun uzadıya birbirine bakmışlar, sonra da ayrılmışlardı. Daha sonra Sühreverdi öğrencilerine İbn Arabî'yi kasd ederek: "O bir hakikatlar ummanıdır" demişti (61). İbn Arabî Abdülkadir Geylanî'nin müridi İbnu'ş-Şîbli'yi de yine bu­rada tanımıştı.

Bağdad'da kısa sürede İbn Arabî'nin çevresinde pek çok insan toplanıyor ve bunlar kendisine derin bir saygı gösteriyor.

Hatta ona gösterilen saygı ve itaat Halife'ye gösterilen saygıyı ve itaati bile ggölgede bı­rakıyor, İbn Arabî bir gün etrafınndaki mü­rit ve öğrencileriyle Bağdad'da yüürürken at üstünde caddeden geçen halifeye rasstlıyor. Çevresindekilerden hiç biri İbn Araabî'den işaret almadan onu selâmlamıyor. İbn Arabî'ye gösterilen hürmet müslümanların halifesine gösterilenin kat kat üstünde oluyor(62).

.......

İbn Arabî Futuhâtın çeşitli bölümlerinde bu yöndeki tutumunu sürdürür: "Kâfirler arasında ikamet etme, hicret et, onlar arasında ikamet etmek İslâm'ı aşağılamak, küfrü yüceltmek olur........ Aralarında ikamet etmeme imkânına sahip olduğu halde kâfirler arasında oturan bir kimsenin İslâm'dan nasibi yoktur. Kur'ân'ın ve hadisin hükmü budur. Bunun içindir ki, şu sıralarda haçlıların elinde bulunan Kudüs'ün ziyaret edilmesine ve orada ikâmet edilmesine karşıyız. Bir müslüman onların hakimiyeti ve emri altında nasıl yaşayabilir? Allah'ın iman sahibi kulları bir­birini sevmeli, selâmlamalı, yemeğe davet etmeli, yardımlaşmalıdır. Mü'minler tek bir vûcud olmalı. Müslümanlar arasında tam bir eşitlik olmalı (64), İbn Arabi'nin gayr-i müslimlere, özellikle Hıristiyanlara karşı bu kadar sert ve müsamahasız davranılmasını istemesinin sebebi o tarihlerde Endülüs'te Hıristiyanların Müslümanlara yaptıkları kötü muamele, özellikle de haçlıların Kudüs'ü işgal edip müslüman hal­kına işkence etmeleridir. Aslında İbn Arabî son derece insanperver bir sûfidir. Din ve mezhep farkının hoşgörüyle karşılanmasını ister. Herkesi insan sevgisine davet eder. Hatta bazen daha ileri giderek inanç far­kına yukarıdan bakar ve insanların inanç farkını aşmaları gerektiğini söyler. Onun çok meşhur olan bir şiirinin bazı beyitleri şöyledir:

"Kalbim her sureti kabul eder oldu. Me­selâ":

"Ceylanlara otlak, rahiblere manastır" "Putlara tapınak, hacılara Ka'be" Tevratın sayfaları, İslâm'ın mushafi oldu." "Dinim sevgi dinidir, onun kervanına yöneldim"

"Sevgi dinidir dinim ve imanım."(65)

Tüm insanlığı kucaklayan, evrensel bir insan sevgisini esas alan, gayri müslimleri mazûr göstermek için çeşitli yorumlar getiren, bir yerde herkesin Allah'a ibadet ve kulluk ettiğini açıkça ve cesaretle söyleyen, hatta onun kurduğu vahdet-i vücud fel­sefesinin hümanizme açık olduğu söylenen İbn Arabî'nin teoride öyle iken pratikte bu kadar sertleşmesi, iddia edildiği gibi sis­teminin ilhada, ibahiliğe, küfre ve zındıklığa açık olmadığını ispatlamaktadır. Gerçekten de İbn Arabî ibadet hayatına so­nuna kadar sımsıkı sarılarak fikirlerinden dinsizlik veya ibadetsizlik gibi sonuçların çıkarılamayacağını göstermiştir. Buna rağ­men güzelliğine hayran olduğu Nizam'ı ve­sile ederek ilâhî ve manevî güzellikleri dile getirdiği Tercümanü'l-Eşvâktaki aşıkane şiirlerini kendilerine dayanak ve tutanak yaparak hücuma geçen fıkıhçıları susturmak için bu eserine 611/1214'te Zehâiru'l-A'lâk (Beyrut, 1312) adıyla bir şerh yazma ihtiyacını duymuş ve maksadının ne olduğunu ortaya koymuştu. Bu eseri yazmaya onu iki sâdık talebesi teşvik etmişti: Bedr el-Habeşî, İsmail b. Sudgin. Bu iki mürid Haleb'te bir fakihin: "İbn Arabî Tercümanu'l-Eşvak'taki şiirlerinde kadına olan aşkını dile getiriyor ama çevrede din­dar olarak bilindiğinden kendini tasavvuf perdesiyle gizliyor" dediğini duymuşlar, bu­nu şeyhlerine söylemişlerdi. "Allah o fakihe bol bol sevap versin, herkesin faydalandığı bu eseri yazmaya bizi o sevk etti. Eserimizi okuyunca o da yaptığına pişman oldu" diyor İbn Arabî (66).

İbn Arabî Futuhâtta (I, 12) sözkonusu meseleye açıklık getiren şu sözleri yazar: "Tasavvufa yeni girdiğim sıralarda kadınlar ve cinsi ilişki en sevmediğim bir şeydi. Bu hal bende 18 sene devam etti. Kadınların Peygamber tarafından sevildiklerine dair hadise vakıf olunca şöyle düşündüm. Hz. Peygamber'in kadınları sevmesi tabiatı ge­reği değildi. Onları Allah kendisine sev­dirdiği için seviyordu. O halde eğğer Allah'a yönelmede samimî isem Allah'ın Peygamber'ine sevdirdiğini sevmeliyim, eğer onlardan nefret edersem onun gazabına uğrarım. Bu noktayı kavrayınca benden nefret gitti ve kadınlar bana da sevdirildi. Bundan böyle insanlar içinde kadınlara karşı en fazla şefkat besleyen ve haklarını gözeten ben oldum. Burada sözünü ettiğim sevgi tabiattan (nefsten) gelen bir sevgi de­ğil, Allah'tan gelen sevgidir (67).

İbn Arabî haçlıların 626/1228'de Kudüs'ü işgal etmelerinden evvel burasını da ziyaret etmişti. Çünkü Hıristiyanların eline geçen Kudüs'ün ziyaretini bu tarihten itibaren caiz görmemişti.

İbn Arabî 612/1215 senesinde Antalya'yı kuşatan Keykavus'un başarısı için Sivas'ta dua ediyor ve ona gönderdiği bir mektupta zafer kazanacağını müjdeliyordu (68). Şehrin alınacağı konusunda İbn Arabî'nin gördüğü rüya ile şehrin düşmesi arasında 20 gün geçmiştir.

İbn Arabî'ye inanan ve sıcak bir ilgi gösteren sadece Keykavus değildir. Onu sevenler arasında Haleb Hâkimi Melik Zâhir Gâzî (ö. 613/1216) da vardı. Bu zat şeyhe saray civarında özel bir konak tahsis et­miş, zaman zaman onu burada ziyaret etmeyi ihmâl etmemiş, ricalarını yerine getirmişti. Hatta bir seferinde halkla ilgili tam 118 ricasını kabul etmişti ki bunlar arasında devletin çok önemli bir sımm ifşa ettiği için hain olmakla suçlanan bir kişinin affı da vardı (69).

İbn Arabî'nin devlet adamları nezdindeki itibarı ve nüfuzu fakihleri kıskandıracak bir mertebede idi. Onun için de onun aleyhinde bulunuyorlardı. İbn Arabî ise şekilci ve merasimci olmakla suçladığı fıkıhçıları cahil ve katı hatta çoğu zaman ikiyüzlü olmakla suçluyordu. Onlar ken­dileri ve sultanlarla ilgili dinî hükümlerde esneklik gösterip kolaylık cihetine giderken halkın taraf olduğu meselelerde çok katı ve sert davramyorlardı. Hatta fakihin biri sultana: "Sana ramazanda oruç tutmak farz değil, senenin herhangi bir ayında tutabilirsin" diye fetva vermişti. Bu ve benzeri sebeplerden dolayı fakihlerden âdeta nefret eden İbn Arabî şöyle bir hatırasını anlatıyor: "Fakihler hiç olmayacak yo­rumlar yaparak sultanların maksadına uy­gun fetvalar verir, bunu şer'î bir hükümmüş gibi gösterirler. Oysa buna kendileri de inanmaz. Bir gün Sultan Melik Zâhir Gazî ile sohbet ederken hademeye gizli evrakı getirtip bana gösterdi ve: "Sen ülkemde haksızlık ve yolsuzluk olduğunu söylüyorsun. Vallahi bu hususta ben de senin gibi düşünüyorum. Ama yapılan hiç­bir zulüm ve haksızlık yoktur ki, fakihlerin verdiği fetvaya dayanmış olmasın. Bu fet­valar onların el yazılarıyla işte buradadır. Lanet olsun onlara" dedi(70).

İbn Arabî fakihleri sevimsiz kılan diğer bir hususa dikkati çekerken diyor ki: "Bazı müslümanlar, özellikle de fakihler evliyanın dünyadaki hallerine bakıp gülüyorlar, istikamet üzere bulunan halkın velilerin manevî zenginliklerinden söz açtıklarını görünce gülüyor ama sözlerini de kabul etmiş gibi görünüyorlardı. Yolları velilere düşünce yekdiğerine gözleriyle işaret edip dalga geçiyorlar (71), İbn Arabî'nin fakihlerin aleyhinde bulunmasının biir sebebi de budur.

b)İbn Arabî'nin Son Seneleri

İbn Arabî, bir çok yer gezdikten sonra yaşının da ilerlemesinin tesiriyle havasın­dan hoşlandığı Şam'a yerleşiyor. Genç­liğinden itibaren yaşadığı disiplinli hayat, çektiği çileler ve yaptığı yolculuklar onun sıhhatinin iyi ve dayanma gücünün mü­kemmel olduğunu gösterse de zamanla bünyesi zayıflamıştı. Şam'da ikamet et­meye başladığı sıralarda buranın hakimi kendisini mürşid bilen ve ona mürid olan Melik Muazzam idi. Şeyhinin dört yüzü aş­kın eserini rivayet etmek için kendisinden icazet almıştı.

627/1229 senesinin Ramazan'ında ilahî hüviyetin zahirini ve bâtınını gördüğünü söyleyen İbn Arabî(72) aynı sene Hz. Peygamber'i rüyada görüyor ve onun emriyle Fususu'l-Hikem isimli meşhur eserini ya­zıyor. 631/1232'den sonra ise Divan'ını vü­cuda getiriyor. Son senelerini ise yazımına daha evvel başladığı Futuhâtı tamamlamak, yeniden düzenlemek ve düzeltmeler yaparak geçiriyor.

İbn Arabî Şam'a yerleştikten sonra da gezilerine devam etmiş, ancak yaşının ilerlemesi sebebiyle Şam'a yakın şehirlere kısa süreli seyahatları tercih etmişti.

İbn Arabî hayatının son yıllarını rahat ve huzur içinde geçirdi. Bir yandan okuyor ve eserler yazıyor, diğer yandan sohbetine katılanlara eserlerini okuyor ve tasavvufî açıklamalar yapıyordu. Bedr el-Habeşî, İs­mail b. Sûdeğin ve Sadreddin Konevî onu hiç yalnız bırakmıyorlardı. Malik Eşref kendisine müstesna bir ilgi gösteriyor, derslerine ve sohbetine devam ediyor, eserlerini rivayet için icazet alıyordu. Şafiî kadısı Şemseddin Ahmed el-Hûlî bir hizmetçi gibi onun ihtiyacını karşılıyordu. Hanefî kadısı ise İbn Arabî'nin bir bakışından çıkardığı mânâ ile kadılık görevini terkedecek kadar ona bağlı idi. Kudüs Hiristiyanlardan geri alındığı zaman, Selahattin Eyyübi'nin huzurunda Mescid-i Aksâ'da ilk hutbeyi okumuş olan Kadı İbn Zeki, İbn Arabiye yakın bir ilgi gösteriyor, her çeşit ihtiyacını karşılıyordu. İbn Arabî 22 Rebiulahir, başka bir kayda göre 28 Rebiulahır 638 (10 Kasım 1240)'de bir cuma gecesi 77 (Miladi takvimle 75) yaşında bu zatın evinde ruhunu teslim etti. İbn Zekî, şeyhin müritleri İbn Abdülmelik ve İbn Nahhas ile birlikte ona karşı son görevlerini ifa ettiler. Gasıl ve kefenleme işleri bittikten sonra kalabalık bir cemaatin katıldığı cenaze namazından sonra Zekioğullarının Kâsiyyun dağının eteğinde Sallhiye köyündeki aile mezarlığında toprağğa ve­rildi.

İbn Arabî'nin hayatından, onun bir kaç defa evlendiği anlaşılmaktadır. Fakat o ka­rısı ve çocukları hakkında eserlerinde çok az bilgi vermiştir. Endülüs'teki Meryem bint Muhammed ismindeki hanımı er­mişlerden idi. Daha sonra Harameyn Emiri Yunus b. Yusuf’ ın kızı Fatma ile de evlenen İbn Arabî'nin bu evlilikten çocuğu olduğu bilinmektedir. Oğullarından Sadeddin Mu­hammed 618/1221'de Malatya'da doğmuş, 656/1288'de Şam'da vefat ettiği zaman Şam'ın kuzeyindeki Salihiye köyünde ba­basının yanıbaşına gömülmüştü. Şair bir sûfi olan bu zatın bir Divan'ı vardır. 667/ 1269'da vefat eden diğer oğlu İmamuddin Ebu Abdullah Muhammed, Salihiye medresesinde ruhunu teslim etmiş ve ba­basının yanında toprağa verilmişti. İbn Arabî Fütuhatta iki yerde Zeyneb is­mindeki bir kızından bahs etmiştir. Kü­çüklüğünde ilhama mazhar olan bu harika kız babasının dikkatini çekmişti. Bir yaşını biraz geçmiş ama henüz konuşmayan ZZeyneb'e babası: "Karısıyla cinsii ilişkide bu­lunan fakat boşalma olmadan bu ilişkiye son veren kişinin Şer'î hükmü nedir?" diye sormuş, "üzerine gusül farzdır" cevabını alınca hayret etmişti. İbn Arabî bu kızını annesiyle birlikte hacca göndermiş, kendisi de Irak yoluyla gidip Mekke'de onlaarla buluşmuştu. O sırada annesinden evvel İbn Arabi'yi gören Zeyneb: "Anneciğim işte babam" demişti (73), İbn Arabî bu kız için yazdığı şiirlere Zeynebiyât adını vermiştir.

İbn Arabî için Salihiye köyünde yapılan türbe çok sayıda inananı tarafındaan ziyaret edilmeye başlandı, İbn Arabî ve tüürbesîyle ilgili bir çok menkıbeler vücud bulldu. Fa­kat zamanla sahipsiz ve bakımsız kalan bu türbe harab olmayla yüz tutmuşken Mısır seferinden dönen Yavuz Selim 21 Raamazan 923'te (M. 1517) Şam'a gelmiş, İbn Arabî'nin türbesinin civarına bir cami yapılması emrini vermişti. Bunun üzerrine İbn Arabî'nin kabri üzerine bir türbe ve caminin kuzey tarafına bir tekke inşa edilmiş ve buraya büyük vakıflar yapılmıştı. Bu tarihe kadar Benû Zekî adıyla anılan bu türbe bundan sonra İbn Arabi'nin türbesi şeklinde şöhret bulmuştur. Türbenin duvarlarına İbn Arabî'nin büyüklüğünü dile getiren Şeyhülislâm İbn Kemal'in fetvası (74) yazılmıştır. Osmanlı uleması içinde İbn Arabî muhalifleri bulunmakla beraber İbn Kemal'in bu konudaki fetvasından sonra muhalefet yumuşamış, genellikle ünü bü­tün İslâm âlemini tutan ve Şeyh-i Ekber diye tanınan İbn Arabî Osmanlı muhitinde büyük ilgi ve saygı görmüştü. Menkıbeye göre "Sin şine dâhil olunca açığa çıkar kabr-i Muhiddin'in" (bk. Şa'ranî, el-kibritu'l-ahmer, I, 188) diyen İbn Arabî kabrinin Yavuz tarafından tamir edileceğini önceden haber vermiştir, (bk. Şa'ranî, Tabakat, I. 188.) 1627 senesinde Şam'a gidip İbn Arabî'nin türbesini ziyaret eden el-Makkarî: Türbesini ziyaret ettim, defalarca onunla teberrükte bulundum, üzerinde pırıl pırıl nurlar gördüm, insaf sahibi hiçbir kimse kabrinde gözlenen göz kamaştıran halleri inkâr edemez'(75) diyor. Türbe daha sonra İkinci Abdülhamid tarafından tamir ettirilmiştir. Bugün de burası en çok ziyaret edilen yerlerden biri ol­ma özelliğini korumaktadır.

 

Asin Palacious, İbn Arabî'yi değerlendirirken şöyle diyor: İbn Arabî çok çetin riyazetlere girmiş, pek çileli bir yolda yürümüş, birbirini izleyen uzun seferlere çıkmış, Fırat'ın donduğu bir mevsimde Doğu Anadolu'da seyahat etmiş, bu arada irili ufaklı dörtyüz eser yazmıştı. Bu meşakkatli hayat zaten pek de kuvvetli olmayan sıhhatini etkilemişti. Karşılaştığı çeşitli harikulade haller buna eklenince kendisinden akli denge bozukluğu diyebileceğimiz marazı bir özellik peyda olmuştu. Bizzat İbn Arabî'nin her akıllı yazar gibi eserlerini akla ve fikre dayanıp yazmadığını söylemesi de bunu gösterir."(76)

Sayfa1 Sayfa 2 Sayfa 3 Sadreddin Konevi Hz.

(5l) İbn Arabî. Muhderatu'l-Ebrâr, H. 24. (Kahire. 1324).

(52) İbnu'l-İmâd. V, 196.

(53) İbnu'l-İmâd, V, 196.

(54) es-Safedî, II, 301.

(55) Makkâri, Nefhu't-Tîb, II, 164.

(56) Cami, Nafahatu'I-Üns. s. 556. Tercemesi, 632, Bursevî'l-Hakkı, Faslu'l-Hitab, 288.

(57) Ateş, Ahmed, İslâm Ansiklopedisi, VIII, 539.

(58) İbnu'l-Îmâd. V, 196.

(59) İbn Arabî, Futuhât, II, 558.

(60) İbn Arabi, Futuhât, II, 10, 20. III. 599.

(61) İbnu'l-Îmâd. V. 194, Makkari. II, 163.

(62)İbn Arabî, Futuhât, IV. 638

(63) İbn Arabî', Futuhât, IV, 710. Muhaderatu'l-Ebrâr. II. 195.

(64) İbn Arabî, Futuhât, IV. 596, 601.

(65) İbn Arabî, Kitabu Zehairi'l-A'lak. Beyrut, 1312, s.39.

(66) İbn Arabî, Futuhât, IV, 106.

(67) İbn Arabî, Futuhât, I, 12.

(68) Muhaderatu'I-Ebrâr, II, 180.

(69) İbn Arabî, Futuhât. IV. 699.

(70) İbn Arabî, Futuhât, III,91.

(71) İbn Arabî, Futuhât, IV, 627.

(72) İbn Arabî, Futuhât, II,591.

(73) İbn Arabî, Futuhât, III, 22, IV, 148.

(74) Bu fetva için bk. İbnu'l-İmad. V. 195

(75)Makkarî, Nefhu't-Tib, II, 163.

(76)Asin Palaclos, 83.

 

 

 
 
 






 
toplam 71479 ziyaretçikişi burdaydı!
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol