Unutulmaz yazılarla ,2008 Merhaba


unutulmaz yazılar


Korkmayın... Korkmayın...

Siz, meyhaneye güzellemeler yazmış şeyhülislamların yaşamış olduğu bir toplumun çocuklarısınız
AHMET ALTAN

01.10.2007 17:19

Bu toprakların "dindarlığı" öyle ezbere açıklanabilecek bir dindarlık değildir.

Burası, "halifesinin" sarayında cariyeler olan bir geçmişe sahiptir. Kimse bu ülkeye şeriat getiremez. Belki bunu isteyenler vardır ama bu isteklerini gerçekleştiremezler.

Yaşadığımız ülke "dindar" insanların ülkesidir. Ama yeryüzünün belki de en "çocuksu, en masum, yaramazlığı en çok seven" dindarlarıdır onlar.

Şu geleceğinden korktuğunuz "şeriat" var ya... O zaten buradaydı.

Daha doksan yıl önce bu topraklar şeriatla yönetiliyordu. Üstelik yöneten de bizzat "halifenin" kendisiydi. Hilafet vardı burada. Şeriat da, hilafet de aniden pat diye kalktı. Ne oldu peki? Şeriata çok meraklı olduğunu sandığınız halk ne yaptı? Ayaklandı mı?

İç savaş mı çıktı? Yooo...

Osmanlı ordusunun siper savaşında çok iyi olduğu söylenir.

Asker bir kere sipere yerleştikten sonra onu oradan çıkartıp atmak düşmanın kolayca becerebileceği bir iş değildir.

Karşısında kimin olduğunu, ne olduğunu bildiği zaman asker korkmadan direnir.

Ama bir belirsizlik olmaya görsün...

O zaman olabilecekleri kimse kestiremez.

Askerlik tarihinin en büyük facialarından biri olan Balkan Savaşı’nda Osmanlı ordusu siperlere yerleşmişti.

Karşısındaki ordudan daha kalabalıktı.

Düşman kuvvetlerinin onu oradan kımıldatması da pek mümkün görünmüyordu.

Ama bir gece, Osmanlı kuvvetlerinin bir birliği kimseye haber vermeden hücuma geçmeye kalktı.

Kasabaların içinde at nallarının ürkütücü sesleri duyuldu.

Ve, Osmanlı ordusu aniden anlatılması çok güç bir korkuya kapıldı.

"Düşman geliyor," naralarıyla birbirlerini çiğneyerek kaçmaya koyuldular.

Ordu darmadağın oldu.

Kimse onları durduramadı.

İstanbul’a kadar trenleri devirerek kaçtılar.

Düşman Çatalca’ya hiçbir direnişle karşılaşmadan geldi.

Balkan ordularının komutanları, ortada Osmanlı ordusunun kaçmasını gerektiren bir şey olmadığını biliyorlardı ama Osmanlı ordusu çekiliyordu.

Osmanlıların çekilmesine mantıklı bir neden bulamadıklarından bunun bir "tuzak" olduğunu düşünerek durdular.

Bizimkiler, ortada korkmaları için "mantıklı" bir neden varken, düşman üstlerine gelirken korkmamışlardı ama ortada hiçbir neden yokken, sadece birisi "düşman geliyor" dediği ve düşmanın nereden geldiği de belli olmadığı için korkudan çılgına dönmüşlerdi.

Biz o askerlerin çocuklarıyız.

Ortada korkulması gereken "mantıklı" nedenler varken korkmayız.

Ne her an gelmesi beklenen İstanbul depremi, ne susuzluk, ne kötü sağlık koşulları, ne patlayan gaz tüpleri, ne futbol sahalarına yayılan şiddet bizi korkutur.

Ama aniden biri "şeriat geliyor" diye bağırır ve ödümüz patlar.

"Malezya olacakmışız," "mahalle baskısı varmış" sayhalarıyla birbirimizi çiğneriz.

Birisi de kalkıp "nereden geliyor bu şeriat" diye sormaz.

Dünyanın en ilginç tarihlerinden birine sahip olmamıza rağmen tarihle hiç ilgilenmememiz sanırım korkaklığımızın ana nedenlerindendir.

Şu geleceğinden korktuğunuz "şeriat" var ya...

O zaten buradaydı.

Daha doksan yıl önce bu topraklar şeriatla yönetiliyordu.

Üstelik yöneten de bizzat "halifenin" kendisiydi.

Hilafet vardı burada.

Şeriat da, hilafet de aniden pat diye kalktı.

Ne oldu peki?

Şeriata çok meraklı olduğunu sandığınız halk ne yaptı?

Ayaklandı mı?

İç savaş mı çıktı?

Yooo...

Halife, ailesini de alıp gitti.

Peki nasıl oldu bu?

Şeriat yanlısı olduğu sanılan bir halk nasıl bu kadar sessiz kaldı?

Cumhuriyet ordusundan korktu deseniz, ordu o zaman o kadar da güçlü değildi.

Niye bu "şeriatçı" halk ülkeyi alt üst edecek büyük bir tepki göstermedi?

Eğer bu ülkeyi, burada yaşayan insanları iyi tanımaz da sadece uydurursanız, bu sorunun cevabını bulamazsınız. Bunu anlamak için biraz tarihe bakmak...

Şeriat döneminde insanların nasıl yaşadığıyla biraz ilgilenmek gerekir.

Hilafetin başkenti İstanbul’un göbeğindeki Beyoğlu, balozlarla, koltuklarla, meyhanelerle, tiyatrolarla, kerhanelerle dolu bir yerdi.

Diyelim ki Beyoğlu "gavuru" bol bir yerdi, onun için şeriatla yönetilen bir memlekette orası eğlence bölgesiydi.

Peki ya sadece Müslümanların yaşadığı bölgeler nasıldı?

Orada meyhane yok muydu?

İçki yok muydu?

Bakalım, tarihi devlet ekseninden değerlendiren, görüşleri asla devleti rahatsız etmeyen tarihçilerimizden İlber Ortaylı ne diyor...

"Gerçi Galata meyhaneleri ünlü bir yerdi, ama İstanbul tarafı da meyhaneyi ve meyhane kültürünü tanımayan bir yer değildi. İstanbul’un zabıta görevlileri eskiden beri meyhaneye ’miğde’ derlerdi ve defterlere; sayıları, içindeki çalışanların isimleriyle kaydederlerdi. 18. yüzyılın ortalarında İstanbul’da 19 koltuk, yani meyhanenin bulunduğu kaydedilmiş böyle bir vesikada; inanmayın, gerçek sayı bunun çok daha fazlasıydı mutlaka."

"İstanbul tarafında", yani başkentin sadece Müslümanların yaşadığı bölümünde, daha 18. yüzyılda meyhaneler varmış.

Şeriat düzenindeki bir ülkenin başkentindeki bu meyhaneler bir de resmi kayıtlara geçermiş.

Biraz daha okuyalım.

"Ramazanda bir ay kapatılan İstanbul meyhanelerinin ünü ve zarafeti Beyoğlu’ndakilerden aşağı kalmazdı. Ramazanın bitiminde, yani arife günü meyhaneciler gedikli müşterilerine özel bir davetiye gönderirdi. Midye yahut uskumru dolmalarından oluşan bu davetiyeye ’unutma bizi dolması’ deniyormuş. İstanbullu alkolik değildi ama töreniyle ve mezesiyle, özgün sohbetleriyle içkiyi ve meyhaneyi severdi."

Ortaylı’nın yazısında İstanbul denilen bölüm Haliç’in, yalnızca Müslümanların yaşadığı Aksaray tarafıydı.

Ramazanda içmezler, bayramda içmeye başlarlardı.

Üstelik bunu şeriat düzeninde yaparlardı.

Halife de buna ses çıkarmazdı.

Arada bir meyhaneleri kapatırlardı ama bu "dini nedenlerden" olmazdı. Ortaylı’nın anlattıklarına göre, içkiyi içtikten sonra birden özgürleşip padişahı eleştirdikleri için "sarhoşlar" tehlikeli görülür ve meyhaneler kapatılırdı.

Bu toprakların "dindarlığı" öyle ezbere açıklanabilecek bir dindarlık değildir.

Burası, "halifesinin" sarayında cariyeler olan bir geçmişe sahiptir.

Kimse bu ülkeye şeriat getiremez. Belki bunu isteyenler vardır ama bu isteklerini gerçekleştiremezler.

Yaşadığımız ülke "dindar" insanların ülkesidir.

Ama yeryüzünün belki de en "çocuksu, en masum, yaramazlığı en çok seven" dindarlarıdır onlar.

Allah’a inançları tamdır.

Köküne "tasavvufun" suyu karışmış bir dindarlıktan geldiklerinden kendilerini "Allah’ın evlatları" olarak görmeye yatkındırlar, çocukken büyük bir yakınlıkla "Allah baba" derler, bir "babadan" korkar gibi korkarlar Allah’tan ama bir "babaya" şımarır gibi de şımarırlar, O’nun kendilerini affedeceğine inanırlar.

Onun için ramazanda meyhaneleri kapatıp oruç tutarlar, onun için bayramda içerler.

Şeriatla yönetildiğinde bile bu ülkede tam bir "şeriatın" olmaması o yüzdendir.

Bugün, dine, dindarlığa, dindarlığın şekil şartlarına fazla abanan, insanları dinle korkutmaya çalışan partilerin hiçbir zaman fazla oy alamamalarının sebebinin ne olduğunu sanıyorsunuz?

Bu halkın Allah’la ilişkilerine fazla karışırsanız kızar.

Ama onun dindarlığını sorgulamaya, onu Arap ülkelerinde görülen tarzda bir dindarlığa zorlamaya kalkarsanız, ona da kızar.

Üstelik bu sadece İstanbul’da böyle değildir, "taşrada" da böyledir.

Bakın Ortaylı ne diyor:

"Bizim toplumumuz ezelden beri içkiyi sevmiş ve pek de gizlememiştir. Domuz haram, salyangoz Müslüman mahallesine girmeyecek bir nesne sayılmış ama domuz kadar haram olan içkinin keyfinden vazgeçilmemiş. Yüksekçe bir vergiyle içkinin alası satılmış, taşralarda da kaçak içki üretimi ustalık derecesine ulaşmış, hálá da öyledir."

Şimdi, ramazanda Anadolu’da kapatılan lokantalar herkes tarafından "şeriat" işareti olarak algılanıyor.

Belki de on bir ay içki satan bir Müslüman, bir ay da Allah’ının gözüne girmek, kendi gönlünde arınabilmek için lokantasını kapatıyordur.

Bunun "şeriat özlemiyle" bir alakası yok.

Bu, eskiden de böyleydi, şimdi de böyle.

Biz dinimizle, Allah’ımızla böyle ilişki kuruyoruz, biz "günah işlemiyoruz" sadece biraz "yaramazlık" yapıyoruz ve "Allah baba" çok kızmasın diye de ramazanda meyhaneyi kapatıp oruç tutuyoruz.

Gizliden gizliye bu toplum "Allah’ın evlatları" olduğuna inanıyor işte.

Bu çocuksu masumiyetten rahatsız olacak ne var?

Bizim topraklarımıza bizzat halifenin kendisi şeriatı getiremedi.

Dahası, halifenin kendisi şeriata uymadı...

Şimdi mi gelecek şeriat?

Gelmez.

Getirmek isteyenler ümitlenmesin...

Gelecek diye korkanlar korkmasın.

Tarihimize, geçmişimize bakın.

İçinde yaşadığınız, parçası olduğunuz toplumu biraz merak edin.

Hangi ülkede "gavur imam" diye bir laf var, hangi ülkede "Bektaşi fıkraları" bu kadar seviliyor, hangi ülkede Bekri Mustafa halk kahramanı oluyor?

Siz, meyhaneye güzellemeler yazmış şeyhülislamların yaşamış olduğu bir toplumun çocuklarısınız.

İnanan insanları huzursuz etmeyin.

Onlar hepimizin vicdanını rahatlatıyor.

Emin olun, korkulacak şeyler değil bunlar.

Hiç kimse bu ülkedeki kadınların başını kapatamaz.

Kimse bu ülkeyi şeriatın hükümleriyle yönetemez.

Burası "yaramaz çocuklardan" oluşan bir toplum.

Allah’ı seviyoruz, bu sevgiden vazgeçmeyiz.

Hayatın zevklerini de seviyoruz, bu zevklerden de vazgeçmeyiz.

Geleneğimiz, geçmişimiz, yapımız böyle.

Korkacaksınız, korkmanız gerekenlerden korkun.

Ama Balkan Savaşı’ndaki Osmanlı ordusu gibi davranır...

Biri "Malezya’ya benzeyeceğiz" diye bağırdığı için...

Birbirinizi çiğneyerek kaçmaya başlarsanız...

Hep beraber yeniliriz.

Siz, her bağırtıya inanmayın...

Burada biz yaşıyoruz.

Allah’ın yaramaz ve biraz şımarık çocukları...

Bizi kimse dinimizden de, hayatımızdan da vazgeçiremez.

Girdiğimiz siperden milim kımıldamayız...

Yeter ki aramızdan biri durduk yerde "düşman geliyor" diye bağırıp bizi korkulara salmasın.

Siz, meyhaneye güzellemeler yazmış şeyhülislamların yaşamış olduğu bir toplumun çocuklarısınız.

İnanan insanları huzursuz etmeyin. Onlar hepimizin vicdanını rahatlatıyor. Emin olun, korkulacak şeyler değil bunlar. Hiç kimse bu ülkedeki kadınların başını kapatamaz. Kimse bu ülkeyi şeriatın hükümleriyle yönetemez. Burası "yaramaz çocuklardan" oluşan bir toplum.

Paris’in en ünlü resim 
koleksiyoncusu bir 
Osmanlı paşasıydı

SONER YALÇIN

Sanatseverlerin yüzlerce sanat eserini izleme fırsatı bulacağı 10’uncu İstanbul Bienali açıldı.

 

Bu fırsattan yararlanıp biz de resim tarihimizde ilginç bir yolculuğa çıkalım: "O çıplak resimleri İstanbul’a getirme" emri üzerine bugünün değeriyle milyar dolarları bulan tabloları, sadece 638 bin franga elinden çıkaran Osmanlı devlet adamı kimdi? "Bir Müslüman tarafından toplanan ilk koleksiyon" unvanına sahip Osmanlı devlet adamının tabloları, bugün hangi ünlü müzelerde sergileniyor? Peki diğer yandan, Paris Louvre Müzesi’ne milyar dolarlık tabloları bağışlayan İstanbullu tüccar aileden haberdar mısınız?

 

AYŞE Arman’ı tanırsınız; gazeteci. Betül Mardin’i de bilirsiniz; Ayşe Arman’ın kayınvalidesi. Ve halkla ilişkiler mesleğinin duayeni.

 

Peki Osmanlı devlet adamı Halil Şerif Paşa adını hiç duydunuz mu? Pek sanmam.

 

Yukarıdaki bu üç isimle, tabloları bugün dünyanın sayılı müzelerinde sergilenen Eugene Delacroix adlı ressamın ne ilgisi vardı?

 

Evet, hikáyemize başlayabiliriz.

Halil Şerif, 1832 yılında Kahire’de doğdu.

 

Babası, bu Osmanlı kentinin hükümdarı Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın sağ kolu Mehmet Şerif Paşa’ydı.

 

Kavalalı Mehmed Ali Paşa, Osmanlı’nın en ilerici devlet adamlarından biriydi; Fransa’dan getirdiği uzmanlar sayesinde birçok yeniliğe imza attı.

 

Halil Şerif ilköğrenimini bu modern atılımlarının etkisiyle Fransız okullarında yaptı. Batı düşüncesiyle burada tanıştı; sanata merak sardı.

 

Kısa aralıklarla gittiği Paris’ten tablolar almaya başladı. Ancak bunlar pek önemli eserler değildi.

 

Zamanla resim piyasasını ve sanat çevrelerini yakından öğrendi. Öyle ki, 1855’te Paris’teki Exposition Universelle’deki Mısır sergisinin sorumluluğunu yaptı.

 

23 yaşında gözünün hastalığı nedeniyle gittiği Paris’te yaşamını değiştirdi.

 

O tarihlerde Paris’te olan devrin Sadrazamı Ali Paşa’ya acilen bir metnin çevirisi gerekiyordu. Sefarettekiler kısa sürede çeviriyi yapacak eğitimden yoksundular; tercüman arandı ve Halil Şerif bulundu.

 

Halil Şerif çeviriyi hemen yaptı.

 

Sadrazam, Halil Şerif’in Fransızcasını çok beğendi. "Gel seni sefir yapalım" dedi.

 

Halil Şerif, Nisan 1856 ile Mart 1861 yılları arasında Atina elçiliğinde kátip oldu. Bu arada Kırım Savaşı sonrasında yapılan Paris Kongresi antlaşmasında görev yaptı.

 

Bu görevleri sırasında resim almayı hep sürdürdü.

 

Eylül 1861-Ocak 1864’te Petersburg’da "orta elçi" olarak görev yaptı. Çar II. Aleksander’la dostluğuna rağmen, Paris’i çok özlediği için görevinden ayrıldı.

 

Paris’e gitti. Zengin mahallelerinden (şimdiki Opera Binası yakınındaki) Rue Taitbout’daki malikáneyi Lord Hertford’tan kiraladı.

 

’SÜSLÜ ŞERİF’

 

Halil Şerif Paşa giderek ünlendi ve Paris sosyetesine dahil oldu.

 

Bu renkli hayat Osmanlılar arasında Halil Şerif Paşa’ya, "Süslü Şerif" adının verilmesine yol açtı. Paris gazetelerinin köşe yazarları ise onu "Osmanlı dandy’si" diye sıfatlandırıyordu.

 

Çok bonkördü; örneğin Figaro Gazetesi’ne para yardımı yaptı.

 

Kumara ve kadınlara karşı zaafı vardı.

 

"Grand Monde’daki en soğukkanlı kumarbaz" unvanına sahipti.

 

Cömertliği sayesinde kadınları baştan çıkarıyordu.

 

Provans’ta küçük rollere çıkan ve oyun yazarı Marc Fournier’in sevgilisi Jeanne de Tourbey’e áşık oldu. Evlendiler.

 

Halil Şerif Paşa, Jeanne de Tourbey sayesinde Gustave Flaubert, Saint Beuve, Ernest Renan, Emile Olivier gibi ünlü yazarlarla tanıştı.

 

Saint Beuve sayesinde, resimde realizmin öncüsü Gustave Courbet’in atölyesine gidip gelmeye başladı.

 

Bırakın bir Müslüman olarak resim almasının Parislileri şaşırtmasını; Halil Şerif Paşa aynı zamanda tartışmalar yaratan Courbet’in çıplak kadın resimlerini bile almaktan hiç çekinmiyordu. Örneğin bunlardan biri de kadının cinsel organını gösteren ve bugün Türkiye’deki hiçbir yayın organının basmaya cesaret edemeyeceği "Dünyanın Kaynağı" adlı tabloydu!

 

Sanatsal değeri olan her tabloyu alıyordu. Koleksiyonu giderek zenginleşiyordu. Örneğin, dünyanın en ünlü ressamlarından E. Delacroix’in altı tablosuna sahipti. Bunların içinde en değerlisi, 40 bin franga aldığı "Liege Başpiskoposunun Katli" adlı tabloydu. Sanatsal değerleri tartışılmaz bu tabloların bugünkü toplam değeri yaklaşık bir milyar dolardır!

 

Halil Şerif Paşa genellikle, Delacroix gibi Doğu’nun yaşamını konu edinen, Jean Auquste Dominuqe Inges’in "Türk Hamamı", Theodore Chasseriau’nun "Arap Süvarilerinin Dövüşü", Prosper Marilhat’ın "Kahire’de Bir Sokak Resmi" gibi oryantal resimleri topluyordu.

 

Backhuysen, Boucher, Huysum, Watteau gibi "eski"lerden; Corot, Courbet, Decamps, Delacroix, Diaz, Ingres, Isabey, Rousseau, Troyon gibi çağdaşlardan topladığı tabloları Fransa’nın önde gelen resim tüccarı Paul Durand Ruel’in galerisinde topluyordu. Eserlerin tümü Fransız resim antolojisine giren tablolardı.

 

1867 yılında Paris’e gelen Sultan Abdülaziz’in ilk ziyaret yerlerinden biri de Halil Şerif Paşa’nın tablolarının sergilendiği Exposition Universelle’di.

 

ŞATAFATLI HAYATIN SONU

 

Gösterişli davetler, lüks hayat ve özellikle kumar zamanla Halil Şerif Paşa’yı ekonomik olarak zora soktu. İstanbul’dan tekrar görev istedi; büyükelçi olmak istiyordu.

 

1867’de görev istemek için gittiği İstanbul’da görüştüğü devlet adamlarının hepsinin bir şartı vardı:

 

"O çıplak resimleri İstanbul’a getirme!"

 

Dünya resim sanatında "ilk Müslüman koleksiyoncu" unvanına sahip Halil Şerif Paşa’nın, 1868 Ocak ayında tablolarını satışa çıkardığı haberi L’Artiste Dergisi’nde çıktı.

 

Fransızların ünlü edebiyatçısı Theophile Gautier satış kataloğuna şunları yazdı: "Her resim dikkatle seçilmiş. Aralarında bir tane bile kötü resim, tek bir sahte inci yok. Her sanatçının en saf elmaslarından biri burada."

 

Tüm tablolar müzayedede satıldı. Halil Şerif Paşa, bugün değeri milyar dolar edecek 109 tabloyu sadece 638 bin franga sattı!

 

Halil Şerif Paşa satış sonrası müzayedeciye şu sözleri söyleyecekti:

 

"Hayat ne garip; kadınlar beni aldattı, kumar yıktı ve resimlerim ise büyük paralar getirdi."

 

Tablolar satılınca Halil Şerif Paşa’ya Viyana Büyükelçiliği verildi.

 

Eşi Jeanne de Tourbey ve iki yaşında kızı Leyla Şerife ile yeni görev yerine gitmek istedi. Eşi kabul etmedi. İddiaya göre ya bir Cezayirli zengin bir Arap’la ya da aşırı milliyetçi bir Fransız kontuyla kaçtı.

 

Halil Şerif Paşa, kızı Leyla Şerife ile Viyana’ya gitti.

 

Eylül 1872’ye kadar Viyana büyükelçiliği yaptı.

 

Daha sonra 5 ay; Eylül 1872-Mart 1873 tarihleri arasında Hariciye Nazırlığı (Dışişleri Bakanlığı) görevinde bulundu.

 

Meşrutiyet taraftarıydı. Namık Kemal gibi Jöntürkler’e maddi yardımlarda bulundu.

 

1876 yılında da beş ay Adliye Nazırlığı (Adalet Bakanlığı) yaptı. Bir yıl sonra bu kez Paris’e "büyükelçi" unvanıyla gitti.

 

Ancak Paris’teki görevi uzun sürmedi. Eylül 1877’de görevden alındı.

 

İki yıl sonra da, Sultan II. Abdülhamid’in cülus alayında at üzerindeyken güneş çarpması sonucu vefat etti.

 

Aradan yıllar geçti.

 

Halil Şerif Paşa’nın kızı Leyla Şerife, Kahire’de yaşıyordu. Babasının İstanbul’daki malları için dava açtı. Davaya bakan hukukçu Muhammed Arif Mardin’di. Hukuk sohbetleri evlilikle sonuçlandı.

 

Torun Betül Mardin, büyükannesini hiç unutamadı ve kızına Leyla Şerife adını verdi.

 

Bir de aile geleneğini sürdürmek istercesine, yıllardır Türk ressamların tablolarını topluyor.

 

Halil Şerif Paşa’nın eserleri bugün nerede?

 

Halil Şerif Paşa’nın Fransız eşi Jeanne de Tourbey’in portesini ressam Amaury Duval yaptı. Bu tablo Paris Louvre Müzesi’ndedir.

 

Jean Auquste Dominuqe Inges’in "Türk Hamamı", Paris Louvre Müzesi’ndedir.

 

Gustave Courbet’in "Yıkanan Kadın" adlı tablosu, New York Metropolitan Sanat Müzesi’nde, "Dünyanın Kaynağı" Paris Orsay Müzesi’nde ve "Uyuyan Kadınlar" ise Paris’te Petit-Palais’dedir.

 

Gerard Terboch’un "Mektup Yazdıran Subay" tablosu Londra Ulusal Galeri’dedir.

 

Eugene Delacroix’in; "Liege Başpiskoposunun Katli" tablosu ile "Cezayirli Kadınlar" tablosu Paris Louvre Müzesi’nde, "Tasso Aya Anna Ferrora Akıl Hastanesi’nde" tablosu ise bugün Zürih’teki özel Bührle koleksiyonunda, "Tom O’Shanter’i Cadılar Kovalarken" adlı tablosu Nottingham Castle Müzesi"nde, ve "Savaş Talimi Yapan Arap Süvariler" ise Montpellier Fabre Müzesi"ndedir.

 

Theodore Chasseriau’nun "Arap Süvarilerinin Dövüşü" tablosu Cambridge/ Massachusetts Fogg Art Müzesi’ndedir.

 

Mİlyar dolarlIk tablolarI PARİSLouvre Müzesİ’ne baĞIŞlayan OsmanlI tüccarI

 

14 adet Monet

 

11 adet Degas

 

8 adet Sisley

 

7 adet Manet

 

5 adet Cezanne

 

3 adet Renoir

 

2 adet Pissarro.

 

Sadece bunlar değildi. Toplam bağışladığı sanat eseri adedi 804’tü. Bırakalım hepsini sadece yukarıda yazdığım tabloların ederinin kaç lira olduğunu tahmin edersiniz?

 

Fazla zorlamayın kendinizi ben söyleyeyim; bu tablolara sahip olsaydınız Türkiye’nin en zengin kişisi olurdunuz! Bu dünyanın en pahalı eserlerini Paris müzelerine bağışlayan kişi bir Osmanlı ailesiydi: Camondolar!..

 

Camondolar 1492’de İspanya’dan kovulan Yahudi ailesiydi. Ancak önce Venedik’e yerleştiler. Baskılardan bunalıp İstanbul’a geldiler. Ailenin zenginleşmesinde büyük paya sahip olan Abraham Salomon Camondo, 1795’te İstanbul’da doğdu.

 

Kardeşi Isaac ile birlikte banka kuran, bankerlik yapan, devlete borç para veren Abraham Camondo, zamanla Osmanlı’nın en zengin kişisi oldu. Reformcu bir kimliği vardı. Yahudi cemaati içinde laik ve liberal bir çizgiyi benimsiyordu. Bu nedenle modern okullar açılmasına önayak oldu.

 

Ancak bu reformcu çizgileri nedeniyle başta Hahambaşı Avigdor olmak üzere dindaşlarıyla ayrı düştü.

 

Osmanlı iktidarının modern eğitim konusunda kendilerine pek destek vermemesi üzerine kızıp 1870 yılında Paris’e göçtü.

 

Ne var ki, Abraham Camondo, Paris hayatını pek sevemedi. Ölünce kendisinin İstanbul’a gömülmesini vasiyet etti. 1889’da ölünce vasiyeti yerine getirildi. Sultan II. Abdülhamid’in katıldığı bir törenle İstanbul’da toprağa verildi. Ne yazık ki Hasköy’deki mezarı bugün harabe halindedir!

 

Geride yetişkin üç evlat bıraktı: Behor, Nesim ve Rebecca.

 

İSTANBUL BAŞKONSOLOSU

 

Gelelim resim meselesine:

 

19. yüzyıl sonu Paris sosyetesinin önemli isimlerinden Kont Isaac de Camondo, Nesim Camondo’nun oğluydu. İstanbul doğumluydu.

 

Ailesinden miras olarak; bankalar, bankerlik kuruluşları, Paris’teki şirketler, büyük bir servet ve asalet unvanı (kontluk) yanında çok büyük de bir sanat eserleri koleksiyonu kalmıştı.

 

Birçok şirketin başında olan ve serveti dillere destan olan Isaac Camondo, aynı zamanda 1891’den beri İstanbul Başkonsolosu’ydu.

 

Yıllardan beri Louvre Müzesi’nde sergilenmek üzere tablolar alıp müzeye bağışlar yapan Isaac Camondo, 1907 yılında koleksiyonunun 804 parçadan oluşan büyük bir kısmını Louvre’a bağışlamaya karar verdi.

 

Manet, Degas, Monet, Cezanne, Sisley, Van Gogh, Corot gibi ressamların eserlerinin de bulunduğu 130 kadar resim ile 400 kadar Japon baskı koleksiyonunu şartlı bağışlıyordu.

 

El yazısı vasiyetnamesinde belirttiği koşul, Louvre’un bütün eserleri eksiksiz sergilemesi ve koleksiyonun elli yıl onun adını taşıyan özel bir salonda sergilenmesiydi. Bu koşulu önce tuhaf karşılayan Fransa Milli Sanatlar Kurulu, vasiyetin altında yatan gerçeği sonradan fark etti.

 

O güne kadar, herhangi bir ressamın eserinin Louvre’da sergilenebilmesi ancak ölümünden on yıl sonra gerçekleşebiliyordu. Isaac Camondo müze yönetimi tarafından kabul edilen bu koşuluyla, o zamanlar ünlü olmayan ve çok eleştirilen empresyonist ressamların tablolarını daha yaşarlarken Louvre’da sergilenmelerini sağlamıştı.

 

Isaac’ın vasiyeti ölümünden sonra kuzeni Moise tarafından gerçekleştirildi. Louvre Müzesi’nde "Camondo Salonu" adını alan özel bölüm, dokuz yıllık bir inşaattan sonra 1920 yılında resmen açıldı. Eserlerin bir bölümü zamanla sergilenmek üzere Orsay gibi müzelere de verildi.

 

Bugün Paris’te Monceau Parkı’nın kenarında, bu zengin Yahudi ailenin yaşadığı eski bir konak "Camondo Müzesi" haline getirilmiştir.

 

Bir gün yolunuz düşerse mutlaka uğrayınız. Çıkış kapısının kenarında duvara monte edilmiş madeni levhayı okuyunuz. Levhada Camondo ailesinin 1942 yılında Auschwitz kampında yok edildiği yazılıdır!

 

Camondo adını bugün yaşatan servetleri değil, sanatın gücü olmuştur!

 

 

 

 



Soner YALÇIN tarafından yazılan bu makale, 09 Eylül 2007 Pazar günü yayınlanan Hürriyet Gazetesindeki köşe yazısıdır.

 


Bu kadar benzerliğe
çok şaşıracaksınız

Hükümette olan bir partinin seçimlerde oyunu artırarak iktidarını sürdürmesi açısından, 2007 ile 1954 seçimlerinin benzer olduğu ifade edildi.

 

Doğru. Ancak, benzerlik sadece bu kadar değil. Benzerlikleri okudukça, "Tarih bu kadar da tekerrür etmez ki canım" diyeceksiniz. Ve 2007 seçimlerini bir kez daha gözden geçireceksiniz.

 

TARİH 11 Şubat 1954. Demokrat Parti Meclis Grubu, seçimlerin 2 Mayıs’ta yapılması kararı aldı. Seçimlerin üç güçlü partisi vardı:

 

DP, CHP ve zamanla MHP adını alacak olan Cumhuriyetçi Millet Partisi (CMP). Ama iktidar için iki parti kıyasıya yarışacaktı: DP ve CHP.

 

CHP seçim öncesinde, CMP ile ittifak yapmak istedi. Süren görüşmeler anlaşmazlıkla sonuçlandı. Ancak bu yakınlaşma, her iki partinin miting meydanlarında birbirleri aleyhine hiç konuşmamalarına sebep oldu.

 

DP, seçime vitrinini yenileyerek girdi: CHP’nin önde gelen isimleri Cavit Oral, Lütfi Kırdar ve Genelkurmay Başkanı Orgeneral Nuri Yamut, Kore’ye giden Türk Birlikleri Komutanı Tahsin Yazıcı, Orgeneral İsmail Hakkı Tunaboylu gibi üst düzey subaylar aday yapıldı.

İNŞACI VE İMARCI DP

DP’nin seçim kozu, vitrininden çok, "altın yıllar" dediği dört yıllık

icraatıydı. DP, seçim stratejisini ekonomik başarısı üzerine kurdu. Ülkeyi şantiye haline getirmekle övünüyordu. Limanlar inşa etmiş, çimento ve şeker fabrikalarının temellerini atmış, otomatik telefon santralları kurmuş, karayolları yapmıştı.

 

Kuşkusuz bu iyileştirmelerde, 1950-1953 yılları arasındaki dünya ekonomisinin canlanmasının büyük payı vardı; "konjonktür himmetiydi" bu ivme.

 

İkinci Dünya Savaşı’nı yaşayan ülkelerin hammadde ve tarımsal ürünlere ihtiyacı, Türkiye’nin ihracatına olumlu etki yapmıştı. Özellikle tarım sektörü patlamıştı. Traktör ve yeni sulama kanallarıyla tarımsal üretim üç kat artmış; tarımın gayri safi milli hasıla içindeki payı yükselmişti.

 

Köylünün yüzü gülüyordu; bu nedenle buğday, tütün ve özellikle pamuk fiyatları patlama yapmıştı. Kişi başına düşen milli gelir artmıştı.

 

DP’nin seçimlerdeki en büyük kozu, ekonomik canlanmaydı.

 

CHP: LAİKLİK TEHLİKEDE CHP’nin seçim propagandasının iki ayağı vardı: Ekonomi ve laiklik.

 

 

 

CHP’ye göre, DP halkı kandırıyordu; ekonomi reel olarak büyümüyor şişiyordu; geçici iyileştirmelerin nedeni alınan borçlardı ve bu hesapsız büyüme zamanla iktisadi krize yol açacaktı.

 

"Liberalizm bize göre değildir" diyordu CHP’nin önde gelen ismi Şemsettin Günaltay.

 

Bu arada:

 

DP’nin "Türkiye Müslüman bir ülkedir ve Müslüman kalacaktır" gibi sözlerini CHP’liler, "laiklikten ödün" olarak değerlendiriyordu.

 

CHP’ye göre DP, rejim açısından güven vermiyordu; kara çarşafı bile serbest bırakabilirdi. Bu nedenle halkı uyanık olmaya çağırıyordu CHP: "1950 seçimlerinde kandın, bu kez kanma!"

 

DP’lilere göre, laiklikten ödün verildiğini söyleyenler köy enstitüsü mezunu "inkılap softaları"ydı.

 

"DP VATANI SATIYOR" DP ve CHP arasında miting meydanlarında en büyük kapışma yabancı sermaye konusunda oldu. O seçim günlerinde Türkiye’ye başta Amerikalılar olmak üzere yabancılar sık geliyordu:

 

 

 

ABD’nin ünlü Dışişleri Bakanı, soğuk savaşın mimarlarından Foster Dulles, Türkiye’de kurulacak üsler için onay almıştı.

 

ABD Temsilciler Meclisi Dış Ekonomik İlişkiler Komisyonu Başkanı Clarence Randall, Türkiye’den çıkmıyordu sanki. Sürekli demeç veriyordu: "Sermaye ürkektir, bu nedenle önündeki tüm engellerin, kısıtlamaların kaldırılması gerekir." DP hükümeti, 18 Ocak’ta "yabancı sermaye yasası" çıkardı.

 

 

 

Bir diğer Amerikalı Max Ball de görüşmeler için başkentteydi. Bu ziyaretin ardından hükümet bu kez 7 Mart’ta "petrol yasası" çıkardı.

 

2007 seçimleri öncesi nasıl Migros’un yabancılara satışı gündemdeyse, 1954 seçimlerinin gündeminde de Migros vardı.

 

Türkiye halkına "ucuzluk kralı" olarak tanıtılan Migros’un sahibi M. Gottiep Duttweiller de Türkiye’ye gelen yabancılar arasındaydı. 1 Nisan’da Migros kuruldu. Migros, yabancı sermayenin Türkiye’ye gelişinin de bir sembolü oluvermişti. DP, yabancıların ilgisinden memnundu.

 

CHP’ye göre ise "DP’liler memleketi satıyordu".

 

Yabancı Sermaye ve Petrol Yasası, Türkiye’yi yarı sömürge bir ülke haline getirmek için çıkarılmıştı. Ülke zenginlikleri yabancılara peşkeş çekiliyordu.

 

CHP Lideri İsmet İnönü, seçim meydanlarında, "Amasya’nın elma bahçelerini sattırmayacağız" diyor ve şöyle devam ediyordu:

 

"Tarihte yabancılar kapitülasyon korumacılığıyla Türkiye’yi istismar ettiler. Yabancı sermaye özel kanunlarla korunacaksa biz elimizdeki milli sermayeyi yabancı olmaya zorlarız. Yüzyıllarca denenmiş sakıncalı usullerin, bugün marifet gibi yeniden getirilmesini kabul edemeyiz." KÜÇÜK AMERİKA

 

 

 

CHP seçim stratejisini "Vatanı sattırmayacağız" teması üzerine kurmuştu.

 

DP’liler ise daha basit propaganda yapıyorlardı; vatandaşlara soruyorlardı:

 

"Dün mü mutluydunuz bugün mü; ona göre oy verin." Acaba sandıkta, DP’nin "müreffeh Türkiye", "Türk mucizesi" sözleri mi; yoksa CHP’nin "Vatanı sattırmayacağız" söylemi mi prim toplayacaktı?

 

 

 

O dönemde Türkiye halkının büyük çoğunluğu Amerika’ya sempatiyle bakıyordu. DP bu nedenle sürekli "ABD bizi destekliyor" propagandası yapıyordu.

 

Örneğin: Seçimden sonra iktidar değişikliği olmazsa ABD’nin Türkiye’ye 1 milyar dolar yardımda bulunacağını iddia ediyorlardı.

 

CHP ise alınacak parayı eleştiriyordu: "Bu yardım değil, çocuğumuzun kursağından kesilecek borçtur." DP hemen cevap veriyordu: "CHP büyük rakamlardan hep korkar."

 

 

 

ABD hangi partiyi destekliyordu?

 

DP’yi destekliyordu. DP’nin yanında olduğunu kamuoyuna göstermek için DP’nin önemli ismi Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ı Amerika’ya davet etti. Bayar, Amerika’da büyük törenlerle karşılandı; Amerikan Kongresi’nde konuştu.

 

DP’liler bu geziyi seçim malzemesi olarak kullandılar. Celal Bayar yurda dönüşünde açıkladı: "Türkiye’yi küçük Amerika yapacağız."

 

CHP’nin, yabancı sermaye ve petrol yasasını eleştirmesi, ABD ile arasına soğukluk getirdi. New York Times Türkiye muhabiri W. Hangen, "CHP seçimleri kazanabilmek için ABD aleyhtarlığı yapıyor" diye haber yaptı. CHP bunu şiddetle yalanladı ama benzer haberler hep sürdü gitti.

 

DEVLET OLANAKLARI CHP, Başbakan Menderes’in seçimlerde, devletin C-47 tipinde çift motorlu uçağını ve makam aracı Cadillac otomobilini kullanmasını sürekli eleştirdi.

 

 

 

Menderes de, "Siz de devletin beyaz trenini kullandınız yıllarca" diye yanıtladı bu eleştirileri.

 

Bu tartışma, Anadolu Ajansı ve radyonun DP’liler tarafından tek taraflı kullanıldığı eleştirileriyle sürdü.

 

Gazeteler açısından da iktidar partisi şanslıydı. Üstelik:

 

DP seçimlerden hemen önce çıkardığı bir yasayla CHP’nin, -tek parti döneminde haksız şekilde mal edindiğini iddia ederek- başta partinin güçlü yayın organı Ulus Gazetesi olmak üzere mallarına el koymuştu.

 

Sadece ABD ve basın değil, işadamları da DP’ye destek veriyordu. O yıllarda henüz TÜSİAD yoktu; İstanbul’un önde gelen 20 işadamı -içlerinde CHP’liler de vardı- düzenledikleri basın toplantısında, ekonomik istikrarın bozulmasını istemediklerini açıkladılar.

 

İşadamlarının bu açıklaması, "İstanbul zengin çevreleri bu seçimde DP’ye oy verecek" söylentisine neden oldu.

 

CHP çevreleri, Adana’dan, Kayseri’den yani Anadolu’dan çıkan yeni zenginlerin "gazino kültürünü" küçümsüyorlardı. Cumhurbaşkanı Bayar’ın Köşk’e alaturka söyleyen Müzeyyen Senar gibi sanatçıları çağırmasıyla alay ediyorlardı. Türk burjuvazisinin beğeni düzeyinin düştüğünü fısıldıyorlardı birbirlerine.

 

DP ise CHP’lilere bir başka açıdan "vuruyor"; CHP Genel Sekreteri Kasım Gülek’in Robert Koleji mezuniyet fotoğrafını el altından Anadolu’ya dağıtıyor; "CHP Genel Sekreteri daha önce papaz idi" propagandasını yapıyordu.

 

DP, seçmeni daha yakından tanıyordu! "Papaz" zamanla "dindar cumhurbaşkanı" söylemine dönüşecekti!

 

Düne övgü bizde neredeyse gelenektir. Oysa 1954 seçim kampanyasında da liderlerin ağızlarından düşmemişti hakaret sözcükleri: "Cahil, bunak, jurnalci, sağır, psikopat, memleketi satanlar, hırsızlar vs..."

 

Bu havayla gidilen seçimlerin sonucunu kimse kestiremiyordu.

 

2 Mayıs akşamı sandıklar açıldı.

 

Seçime katılım yüzde 83.6 oldu.

 

DP yüzde 58.4 ile 305 milletvekili; CHP yüzde 35.1 ile 31 milletvekili; CMP yüzde 4.9 ile 5 milletvekili ve yüzde 1.6 ile bağımsızlar 2 milletvekili çıkarmıştı. DP oylarını artırmıştı.

 

Seçimin mağlubu kuşkusuz CHP idi ve gözler genel başkan İsmet İnönü’deydi; istifa edecek miydi?

 

ismet PaŞa da istifa etmedi!

 

1954 seçimlerinden sonra İsmet İnönü evine kapandı. İstifa edeceği konuşulmaya başlandı. Bazı CHP’lilere göre, "Millet CHP’ye değil, genel başkan İsmet İnönü’ye karşıydı". Kimi partili ise CHP’nin kendini feshedip yeni bir isimle kurulmasını istiyordu! Gözler, kulaklar İsmet Paşa’nın açıklamasına çevrildi.
CHP 1954 seçimlerine iktidar olacağı umuduyla girmişti.
Oysa oyları bir önceki seçimde 39.9’du. Şimdi 35.1’e düşmüştü.
Seçim sonuçlarından sonra CHP Lideri İsmet İnönü evine, Pembe Köşk’e kapandı. Paşa’nın bu ikinci seçim yenilgisiydi. İstifa edecek mi tartışmaları başladı.
Partide herkes şaşkındı. Herkes kendi dışındakileri suçlu buluyordu.
CHP’nin Yenişehir’deki yeni genel merkezi önünde bazı gençler olay çıkardı.Bu arada CHP Tunceli milletvekilleri Aslan Bora ve Fethi Ülkü DP’ye geçti; CHP’nin sandalye sayısı 29’a düştü. CHP darmadağın olmuştu. Gözler ve kulaklar İsmet İnönü’deydi.
Çünkü İsmet Paşa’nın genel başkanlığı bırakması, fahri genel başkan olarak partide bulunması konuşuluyordu.
CHP’nin önemli ismi Şemsettin Günaltay’a göre, "Millet CHP’ye değil, İsmet Paşa’ya karşıydı. Millet onu tekrar ülkenin başında görmekten korkuyordu!"
Bazı CHP’liler, partinin kendini feshedip yeni bir isimle tekrar kurulmasını bile dile getiriyordu. Bu teklifi ortaya atan Cemil Barlas’a göre (Gazeteci Mehmet Barlas’ın babası), CHP üzerindeki ipotekten kurtulmalıydı. İpotek, tek parti döneminin jandarma tahsildar baskısı, savaş yıllarındaki yokluk dönemi vs. idi. CHP bunlarla özdeşti ve CHP adıyla artık iktidar olması zordu!

 

Bazı CHP’liler halka kızıyordu: DP milleti kandırmış, iğfal etmişti; halk içinde yaşadığı koşullardan habersiz oy kullanmıştı.

 

İsmet Paşa seçimlerden üç gün sonra basının karşısına çıktı:

 

CHP ve genel başkanlıktan ayrılmayacaktı. İstifa haberleri kasıtlı olarak çıkarılmıştı. Halka inanıyordu. Gerçeklerin görülmesi için zamana ihtiyaç vardı. Ve inanıyordu ki, halk zamanla her şeyi görecekti.

 

İsmet Paşa’nın CHP’lilere de mesajı vardı. Eğer CHP, Atatürk devrimlerinin bekçisi olarak kalır ve DP’nin seçim sonrası yaptığı (DP’ye oy vermeyen bazı illerin ilçeye, ilçelerin bucaklara çevrilmesi gibi) totaliterliği karşısında cesurca tavır alırsa, DP’nin sonu yakındı.

 

Paşa’ya göre, DP bir dalgaydı ve dalgalar kalıcı olamazdı!

 

İsmet Paşa ne kadar soğukkanlı olsa da, partide "her şey bitti" havası vardı.

 

Partide erime sürüyordu; CHP milletvekili, üstelik grup başkanvekili Server Somuncuoğlu da DP’ye geçmişti.

 

İsmet Paşa haziran ayında CHP parti meclisini topladı. Herkes her şeyi söyledi. Ancak bir karar alınamadı. Seçim yenilgisini araştırmak için "Islahat Komisyonu" kurulmasına karar verildi. Komisyon, seçim yenilgisinin nedenlerini araştıracak ve partiye yeni tüzük ve program hazırlayacaktı.

 

CHP kurultayı temmuz ayında Yeni Sinema’da toplandı.

 

İsmet Paşa açılış konuşmasında, "Taviz sahasında DP ile yarış edebilir miyiz? O halde? Biz devletçilikten ve bilhassa laiklikten en ufak taviz verirsek bunların ucunu bir daha yakalayamayız. Türkiye’de CHP, Atatürk devrimlerinin bekçisi olduğu için itibardadır ve gerçek bir kuvvete sahiptir" diyerek CHP’lilere moral verdi.

 

Paşa’nın son sözü, "CHP, Atatürk devrimlerinin yılmaz bekçisidir" oldu.

 

Bu sözden sonra sinemada öyle bir tezahürat oldu ki, salon yıkılıyor gibiydi.

 

CHP yine duygusallık girdabına girmişti.

 

İsmet Paşa bu konuşmadan sonra genel başkanlığa oybirliğiyle yeniden seçildi.

 

Ve CHP bundan sonraki seçimlerde de oylarını artırmadı, hep aynı oyu aldı.

Ta ki Bülent Ecevit’in genel başkan seçilmesine kadar.

 



Soner YALÇIN tarafından yazılan bu makale, 29 Temmuz 2007 Pazar günü yayınlanan Hürriyet Gazetesindeki köşe yazısıdır.

Tehlikeli ilişkiler.....


AHMET ALTAN

Şehvetle sevişen, sevişmeyi seven, insanı içine çeken o karanlığın dibindeki fısıltılardan, dokunuşlardan, çıldırışlardan oluşan gökkuşağının içinde varlığından kurtulmanın eşsiz hazzını tadan ve bunu hep tatmak isteyen biri asla sevişmelerin mahremiyetine ihanet etmez.

 

Eğer böyle bir ihanet görüyorsanız mutlaka bir şehvet eksikliği vardır.

 

Sevişmeler alemine şehvetsiz girenler çok kısa bir sürede güvenilmez yaratıklara dönüşürler çünkü.

 

Sevişmek, tanrıların oturduğu dağlardan akan sularla yıkanmak gibidir benim için, o sularda bedeninin ve ruhunun bütün yüklerinden arınır, o birkaç saat için de olsa yaralarından kurtulursun.

 

Şehvetin, bütün parlak renkleri diplerine saklanmış kara köpüklü girdabında kaybolup da, büyük ve karşı konulmaz bir arzuyla o şehvete teslim olduğunda, bütün hırslarından, öfkelerinden, üzüntülerinden, korkularından, acılarından azad olur, sadece dokunuşlardan, tutuşlardan, öpüşlerden oluşan büyük bir ayinin müziğiyle sonsuzluğa doğru yükselirsin.

 

Zaman yoktur, hayat yoktur, ölüm yoktur.

 

Şiddetin bile hazza dönüştüğü, unutuşun tatlı iksiriyle sarhoşlaşmış ruhunun bin bir türlü yakıcı hayalle titrediği, kainatın bütün kapılarının zevke açıldığı bir alemde, çiçek tozlarından oluşmuş bir pars gibi kah keskin ve yırtıcı, kah hafif ve uçucu dolaşırsın.

 

Bu muhteşem hazzın büyüsünü mahremiyet oluşturur.

 

İki kişiyi hayattan ve ölümden saklayan, onları diğer bütün insanlardan ayıran, koruyan, onları sınırsızlığın o başdöndürücü çekiciliğine güvenle teslim eden o koyu mahremiyettir.

 

Bu mahremiyeti paylaştığın insana minnet duyarsın.

 

O’dur sana bütün bunları bağışlayan.

 

O insana, paylaştığın o mahremiyete ihanet, bence, günahların en büyüğü, alçaklığın en kirlisidir.

 

Böylesine bir ihaneti paylaşan herkes de kirlenip alçalır.

 

Bu muhteşem maceranın, o maceranın yarattığı olağanüstü yakınlığın neresinde, hangi noktasında insanlar ihanete saparlar?

 

Kendilerine temiz ve dokunulmaz bir şehvetin kapılarını nasıl kapatırlar, tanrıların pınarlarında bir daha asla yıkanamayacak şekilde kendilerini damgalamaya nasıl karar verirler, kendilerini sevişmeler aleminin yanına yaklaşılmaz cüzzamlıları haline nasıl getirirler?

 

Nedir onları yollarından saptıran?

 

Hangi duygu onları bir lanetli olmaya razı eder?

 

Savaşlara katılmış bir asker ve ünlü bir yazar olan Choderlos de Laclos, böyle iki "lanetliyi" edebiyat tarihinin en büyük klasiklerinden sayılan Tehlikeli İlişkiler romanında anlatmıştı.

 

Fransız yüksek sosyetesinin üyeleri olan Markiz de Merteuil ile Vikont de Valmont, hayatlarını sevişmeye adamış gibi gözükmelerine rağmen sevişmenin "kutsal bahçesinden" kovulmuş, sevişmenin zevki yerine baştan çıkarmanın, kendi etkisini ve gücünü başkalarının acısında görmenin zavallı zevkini koymuş iki eski sevgilidir.

 

Sevişmek, onlar için intikam almanın, kendi çekiciliğini kanıtlamanın, çevrelerindeki küçük hayatları yönlendirmenin aracıdır.

 

Haz dünyaları lekelenmiş bu iki "lanetli", kendi sakin fanusunda yaşayan, kocasına sadık, dindar, güzel bir kadını baştan çıkarmak için iddiaya girerler.

 

Eğer Vikont, o kadını ayarttığına dair "yazılı bir belge" gösterebilirse, Markiz onunla bir gece geçirecektir.

 

İhanete, mahremiyetin bozulacağına daha baştan karar verilmiştir.

 

Ve, Vikont harekete geçer.

 

Gelişmeleri, karşılıklı yazılan mektuplardan okuruz.

 

Bu, bir aşkın kitabı değildir, bir aldatmanın da kitabı değildir, hazzın kitabı da değildir, bu kötülüğün kitabıdır.

 

Tuzakların kuruluşunu, ikiyüzlülüğü anlatır.

 

Sevişmenin hazzından kopmanın, mahremiyetin kutsal aleminden çıkmanın, şehvetin arındırıcılığında yıkanamamanın yarattığı "alçalışı" ve ihaneti izleriz.

 

Kitabın bu iki kahramanı için başdöndürücü olan şehvetin ve sevişmenin kendisi değildir, insanların onlarla sevişmek için yollarından sapmalarını seyretmek ve bunu başkalarına da göstermektir başdöndürücü olan.

 

İnsanların genellikle ürktüğü ve söz etmekten korktuğu şehvetin ve sevişmenin, kendi siyah ve güçlü kanatlarıyla insanları aslında nasıl yükseklere çıkartabildiğini, bu kanatlardan yoksun kalanların nasıl bir zavallılık içinde süründüğünü anlarız.

 

Sevişmenin, hazdan başka bir amacı olduğunda insanların ruhları lekelenir çünkü.

 

Hırsları, öfkeleri, intikam istekleri, kendilerini kanıtlama arzuları hep canlı durur, bu duyguları yatıştıracak, unutturacak, onları kurtaracak gerçek bir şehvetleri yoktur.

 

Belki de bu "ihanetin ve alçaklığın" temelinde bu şehvetsizlik yatar.

 

Şehvetle sevişen, sevişmeyi seven, insanı içine çeken o karanlığın dibindeki fısıltılardan, dokunuşlardan, çıldırışlardan oluşan gökkuşağının içinde varlığından kurtulmanın eşsiz hazzını tadan ve bunu hep tatmak isteyen biri asla sevişmelerin mahremiyetine ihanet etmez.

 

Eğer böyle bir ihanet görüyorsanız mutlaka bir şehvet eksikliği vardır.

 

Sevişmeler alemine şehvetsiz girenler çok kısa bir sürede güvenilmez yaratıklara dönüşürler çünkü.

 

İnsana bütün ahlak kurallarına aykırı davranışlar yaptıracak kadar güçlü de olsa şehvetin kendi ahlakı, yasası, kuralı bulunur, şehvetli herkes bilmese de sezer o kuralları.

 

Tehlikeli İlişkiler’in Vikontunun ise kuralları başkadır.

 

O kurbanına usulca yaklaşır.

 

Onu baştan çıkarmak için her yolu dener.

 

Yalan söyler, kendini acındırır, ilan-ı aşk eder, yalvarır, yaklaşır gibi yapıp kaçar, kaçar gibi yapıp yaklaşır; bütün bunları yaparken amacı hoşlandığı bir kadınla sevişmek değildir, kadını rezil etmek pahasına kendi "dayanılmazlığını" kanıtlamaktır.

 

Ruhunun şehvetle sulanmamış, beslenmemiş, bu yüzden de kurumuş parçalarını o "kötülüğün ve alçaklığın" hazzıyla beslemeye uğraşmaktadır.

 

Şehvetin yarattığı söylenen kötülüklerin çok daha beterini şehvetsizlik yaratır sevişme bahçelerinde.

 

Şehvetle seviştiğiniz, yatağınızda kanatları gökyüzüne açılan bir tavuskuşunun rengarenk tüylerini birlikte seyrettiğiniz birini bırakabilirsiniz, onu başkalarıyla aldatabilirsiniz ama onunla yaşadığınız sevişmeye ihanet edemezsiniz.

 

İnsan şehvetine sadıktır.

 

Şehvetle seviştiği insanlarla yaşadığı sevişmeye de...

 

Ne o sevişmeyi, ne de seviştiği insanı kalabalıkların hırpalayıcı pençelerine doğru savurup atmaz.

 

Paylaşılan gerçek bir şehvet dostluktan da öte bir kardeşlik yaratır neredeyse.

 

Ama Vikont de Valmont, son zamanlarda çevremizde gördüğümüz birçok alçak gibi, ne şehveti, ne böyle bir dostluğu, ne de böyle bir şehvet kardeşliğini bilir.

 

Tuzak kurmayı ve baştan çıkartmayı sever yalnızca.

 

O sıradan, sadık ve iyi kadını baştan çıkarmayı da başarır.

 

Kadının, onun oyunlarına ve zekasına karşı koyabilecek bir gücü yoktur, bir insanın bütün bunları sadece "ayartmanın hazzı" ve çirkin bir gösteriş için yapabileceği aklına bile gelmez.

 

Vikont’un aşkına inanır.

 

Çelik dişli bir kapana basan bir karaca gibi tuzağa yakalanır.

 

Bunu önce Markiz öğrenir.

 

Sonra bütün Paris.

 

Kadının hayatı, aşkı, sevişmesi artık kalabalıkların eğlencesidir.

 

Şehvetsiz birine şehvetini vermenin bedelini öder.

 

Vikont ise bir kötülük yaprağı daha ekler başındaki "zafer tacına".

 

Ama bütün bu lanetlilerin, bu kötülük erbabının kurtulamadığı bir kader vardır, onlar bütün güçlerini ve iktidarlarını kurdukları tuzaklara borçlu oldukları için sadece bir kere kötülük yapmazlar, kötülük onların hayatında uğursuz bir zincir gibi uzar gider.

 

İhanete uğrayan, bütün hayal kırıklığına ve acıya rağmen "hainini" seven kadın hastalanarak bir hastaneye yatırılır.

 

Vikont iddiayı kazanmıştır.

 

Markiz ise Vikont’la alay ederek "iddiadan vazgeçtiğini" söyler.

 

İki düşmana dönüşürler böylece.

 

Birbirlerini yok etmeye çalışırlar.

 

Bu iki tuhaf insanın hayatlarının tam ortasında durur "sevişme" ama onlar o sevişmenin etrafını şehvetsiz hırslarla örerler, o sevişmeye ve onun vaadettiği hazza ulaşamazlar.

 

Şehveti kötülükte ararlar.

 

Vikont’un "kötülük zincirine" yakalanmış bir de genç bir kız vardır.

 

Markiz, o genç kızın sevgilisi olan şövalyeye, "sevgilisini Vikont’un baştan çıkarttığını" söyler.

 

Ve, ölümün gölgesi bir düello talebiyle düşer Vikont’un hayatına.

 

Vikont ise intikamını ölürken başucunda duranlara, Markiz de Merteuil’in yaptıklarını, girilen iddiayı, kışkırtmaları anlatarak alır.

 

Markiz, Paris’ten kaçmak zorunda kalır.

 

Hainler birbirlerine de ihanet etmişlerdir.

 

Sevişmek, tanrıların oturduğu dağların ırmaklarında yıkanmak gibidir, şehvetle bütün ruhunuz yüklerinden arınır, bir süreliğine de olsa yaralarınız iyileşir, hayata duyduğunuz minnet artar, bir bedenle bir başka beden, bir ruhla bir başka ruh arasında olabilecek en büyük yakınlığı yaşayarak çoğalırsınız, ruhunuzun ve bedeninizin zenginleştiğini hissedersiniz. Bunu gerçekten varlığının derinliğinde duyan biri asla o gizli cennetten atılmak, oralarda bir lanetli olarak anılmak istemez.

 

Şehvetine ve seviştiğine sadık olur.

 

Korur onları.

 

Mahremiyetin sınırlarını, kendi hayatını savunur gibi savunur.

 

Sevişmenin gölgeliklerle dolu labirentlerinde dolaşırken "şehvetsiz lanetlilere" rastlarsınız, ihanet ederler, mektuplarınızı, resimlerinizi satarlar, kendilerine kendileri gibi işbirlikçileri bulurlar, şehrin duvarları arkasına sızmış bir casus gibi mahremiyetinizin kapılarını düşmanlarınıza açarlar.

 

Sevmem o insanları.

 

Alçaklıkları iç bunaltıcı, şehvetsizlikleri zavallıdır.

 

Tehlikeli ilişkiler içinde gezinirken şehvete güvenirim.

 

Şehvetle arınabilmenin haz dolu yeteneğine sahip olanlara...

 

 

 
 
 






 
toplam 71423 ziyaretçikişi burdaydı!
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol