. HAYATI
Harputlu İshak Hoca, 1803 yılında Harput’a bağlı Perçenç köyünde dünyaya gelmiştir. Babası yörede meşhur olan Şeyh Ali Efendi (ö.1758)’nin torunu olan Abdullah Efendi’dir.
Çocukluğu hakkında fazla bilgi bulunmayan Harputlu İshak Hoca’nın, ilk öğrenimini Harput’ta yaptığı, daha sonra İstanbul’a giderek Fatih Sahn-ı Seman Medreseleri’nde eğitimini tamamlayarak icazetnamesini aldığı kaydedilmektedir. Kendisi, öğrenimini yüce hocalar’dan aldığını ve bu uğurda çok zorluk çektiğini bildirmektedir. O, ilmin kolay elde edilemeyeceğini dolayısıyla ilmi veren hocaların değerinin bilinmesinin önemine işaret etmektedir. Hoca İshak, bir milletin ancak ilim adamlarının varlığıyla korunabileceğini ifade ederek, hocalara dinin emir ve yasaklarına verilen değer gibi kıymet verilmesi gerektiğini belirtmiştir.
Çok yönlü bir ilim adamı olan Harputlu İshak Hoca, sarf ilmini Abdullah el-Harputi (ö.1867)’den, nahv ve mantık ilmini Seyyid Hacı Ali el-Harputi’den, belağat ve usul ilmini Mustafa el-Vidini (ö.1854)’den aldığını ifade eder. Tefsir ilmini Hacı Ömer el-Akşehirli (ö.1868)’den, kelam, felsefe (hikmet), hadis ve fıkıh ilmiyle beraber diğer akli ve nakli ilimleri ise, İmamzade olarak bilinen Muhammed el-Said (ö.1859)’den öğrendiğini belirterek bir çok ilimde icazet aldığını bildirmektedir. Hocaları arasında, Müftüzade Seyyid Muhammed b. Yusuf, ve Muhammed b. Hibetullah b. Muhammed en-Naci (ö.1883)’nin de bulunduğunu kendi ifadelerinden öğrenmekteyiz.
Hoca İshak, icazetini aldıktan sonra Harput’a gelerek burada boş bulunan Meydan Camii Medresesi’ne öğretici olarak atanmıştır. Harput’ta iki yıl kaldıktan sonra İstanbul’a geri dönerek, icazet aldığı Fatih medreselerinde ders vermeye başlamış, daha sonra Valide Mektebi’nde öğreticilik yapmıştır. Bilimsel yeterliliğini kanıtlayarak Saray Şehzadegan Hocalığı’na atanmış, burada gösterdiği başarı, Sultan Abdülaziz Han (ö.1876)’ın sevgi ve teveccühünü kazandırarak, kendisine huzur hocalığı görevi verilmiştir. Uzun bir müddet huzur dersleri’ne muhatap sıfatı ile katılmış, daha sonra 1853’te atanmış olduğu bu görevinden, 1868’de “Mevleviyet İhrazı” (Müderrislikten sonraki ilmiye rütbesi) nedeniyle ayrılmıştır. Bu vesileyle, 1866-1870 tarihleri arasında dışarıdan gelen yabancı ilim adamlarıyla zaman zaman bilimsel diyaloglarda bulunmuştur. Tespit edebildiğimiz kadarıyla Harputlu İshak Hoca, huzur derslerinde toplam on altı defa çeşitli meclislerde, değişik sıfat ve rütbelerle bulunmuştur.
Harputlu İshak Hoca, Sultan II. Abdülhamit (ö.1918) zamanında (1879) İstanbul Payeliği rütbesini almıştır. O, bu rütbeyi aldıktan sonra Evkaf Nezareti’nde bir komisyona üye olarak atanmıştır. Bazı kaynaklar da bu görevin müfettişlik olduğu belirtilmiştir. Harputlu İshak Hoca, 1855 ve 107 sayılı İrade-i Seniye ile Darü’l-Mearif Rüşdiye Mektebi Hocalığı’na getirilmiştir. O, “Isparta” ve “Medine Kadılığı” görevlerinde de bulunmuştur. Meclisi Maarif üyesi olduktan sonra “molla” olarak anıldığı kaydedilmektedir. Harputlu İshak Hoca, kırk yıl çalıştıktan sonra memuriyetten ayrılarak tamamen ilmi çalışmalara yönelmiştir.
Beykoz’un Akbaba köyünde 1886 yılında padişahın emri doğrultusunda bir cami yaptırmış ancak caminin, I. Dünya Savaşı yıllarında bakımsızlıktan dolayı yıkıldığı kaydedilmiştir.
Harputlu İshak Hoca, 11 Nisan 1892 tarihinde 89 yaşında iken vefat ederek Fatih Camii bahçesine defnedilmiştir. Oğlu, II. Meşrutiyet’in ilanı yıllarında İstanbul kadısı olan Cemaleddin Efendi (ö.1916)’dir.
Mezar taşında kendisine ait şu kitabe mevcuttur: “Dostuyla dost olup düşmanlarıyla uğraşan kul, efendisinin kapısından ayrılmaz.”
2.ESERLERİ
Harputlu İshak Hoca, genellikle özgün eserler yazmış, şerh veya haşiye türü çalışmalar yapmamıştır. Onun, konuları incelerken öncelikle onları akli açıdan ele aldığı, tercih hususunda bazen kelamcılardan, bazen de filozoflardan yana tavır aldığı görülmüştür. O, eserlerini Türkçe olarak soru-cevap şeklinde kaleme almıştır. Bize göre, Harputlu İshak Hoca’nın eserlerinin soru-cevap şeklinde olmasını birkaç yönden tahlil etmek mümkündür:
a-İshak Hoca’nın, her konuda olduğu gibi, bu konuda da İbn Sina (ö.1037)’yı örnek alarak onun “el-Ecvibe” diye başlayan eserlerinden esinlenmesi bağlamında değerlendirmek söz konusu olabilir. Bunda İbn Sina’dan yaptığı çevirinin (el-İstişfa fi Tercemeti’ş-Şifa) katkısını da unutmamak lazımdır.
b-Harputlu İshak Hoca’nın uzun süre huzur derslerinde muhatap sıfatıyla bulunmasının da önemli derecede etkisinin varlığı göz ardı edilmemelidir. Çünkü huzur derslerine muhatap sıfatıyla katılanların soru sorması görevi gereği olduğundan on altı yıl gibi uzun bir süreci kapsayan bu görevde edinilen alışkanlığın onun metoduna yansıması doğal bir durumdur.
c-Onun eserlerinde kullandığı soru-cevap metodunu Ebu Mansur Maturidi (ö.940)’nin de kullanması İshak Hoca’nın, daha çok akli bir yol izlemeyi hedef seçtiğinin kanıtları sayılabilir.
d-Tüm bunlardan başka felsefenin işinin soru sormak olduğu ve İslam düşünce geleneğinde problemlerin daha iyi anlaşılabilmesi için bu metodun uygulanması göz önüne alınırsa, Harputi İshak Hoca’nın aynı metoda başvurması onun bizde oluşan “sesi gür çıkan filozof” kanaatini güçlendiren kanıtlar olma özelliğini korumaktadır.
Harputlu İshak Hoca, filozofların görüşlerini genelde tenkit etmeksizin nakletmiştir. Biz, tenkitsiz aktarılan bu görüşleri, felsefe-din çatışmasından öte, onun katında felsefe ile dinin uzlaştığının kabulü bağlamında değerlendirmek gerektiğini düşünüyoruz. Bunun açıkça ifade edilememesini ise, Fatih döneminden beri düşünce hayatını etkileyen ve bir çeşit “yönetim gizi” olarak kabul edilen Gazali baskısında aramak gerektiğini var sayıyoruz.
Hoca İshak’ın, inançlar ile ilgili konularda genelde felsefe, kelam ve tasavvuf arasında uzlaştırıcı bir yol takip ettiği görülmektedir. Felsefede, İbn Sina ve Celaleddin Devvani (ö.1502)’yi, kelamda, Gazali (ö.1111) ve Fahreddin er-Razi (ö.1209)’yi, tasavvuf da ise Muhyiddin İbn Arabi (ö.1240)’yi referans olarak kabul ettiği kendisinin ifadelerinden anlaşılmaktadır.
Müellifin, eserlerinin hepsini Türkçe olarak kaleme almasında kendisinin Türk-İslam kimliği taşımasının yanı sıra, o tarihte daha yeni yaygınlaşmaya başlayan ve önceliği dile veren Türkçülük akımının etkisinin olduğunu da gözden uzak tutmadığımızı belirtmek gerekir.
O, eserlerinde konuları açıklarken bazı ehli sünnet bilginlerinin aykırı görüşlere karşı takındıkları sert üsluptan genelde kaçınmıştır. Başta filozoflar olmak üzere Mu’tezili bilginlerin fikirlerinin yanı sıra Şia vb. diğer mezhep mensuplarının görüşlerine de yer vermesi bize göre, insanlara alternatif görüş imkanı sunmak, her türlü görüş ve düşünceye açık olduğunu ifade etmesi açısından önemlidir.
Yaptığımız araştırmada, Harputlu İshak Hoca’nın çeşitli ilim dallarına ait sekiz eserinin var olduğunu tespit ettik. Kaleme alınan eserlerin, konularından hareketle onun ilmi çerçevesinin genişliği kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Onun söz konusu eserlerinden başka, hayatı ve fikirlerinden kesitler sunduğu için onun İcazetnamesini de bu kısımda inceleyeceğiz. Eserleri incelerken alfabetik bir sıra göz önüne aldık.
2.1.DİYAU’L-KULÜB
Osmanlıca toplam 375 sayfadan meydana gelen ve basım tarihi belli olmayan eserin önsözünde Harputlu İshak Hoca, şu ifadeleri kullanmaktadır: “Şimdi yazmaya başlayacağımız bu Türkçe kitaba Diyau’l-Kulüb adını verdik. Şurası iyi bilinmelidir ki, bu kitabı yazmaktan maksadımız sadece Protestan misyonerlerin İslam dini aleyhinde yayınladıkları kitap ve broşürlere yanıt vermek, onlara mukabele etmek vazifesini, yerine getirmektir. Dinlerini ve rahatlarını korumak isteyen Hrıstiyan hemşerilerimizde bu misyonerlerden rahatsızdırlar. Onlarda bu zararların giderilmesi hususunda bizimle aynı fikirdedirler” diyerek eseri kaleme alma amacını açıklamaktadır.
Hrıstiyanlığa ve özellikle Protestan misyonerlerine karşı kaleme alınan eserde Kitabı Mukaddes’in tarihi üzerinde durulmuş, mevcut İncillerin Hz. İsa’ya verilen İncil olmadığı Onun tarafından kanıtlanmaya çalışılmıştır. Harputlu İshak Hoca, bu konuda Rahmetullah el-Hindi (ö.1885)’nin “İzharu’l-Hak” adlı eserinden geniş ölçüde yararlandığını zaman zaman ifade etmektedir.
Dinler Tarihi ile alakalı olan eser, şu konuları kapsamaktadır:
Hrıstiyanlarca İncil adı verilen ama gerçekte asıl İncil olmayan mevcut dört kitap (Matta, Markos, Luka ve Yuhanna) hakkında yapılan incelemeler, bunlar arasındaki çelişki ve farklılıklar, misyonerlerin yazdığı “Gadaü’l-Mülahazat” adlı kitaba verilen yanıtlar, bugünkü İnciller ile Kur’an-ı Kerim’in karşılaştırılması, Teslis inancının geçersizliği ve bunun Hz. İsa’nın sözleri ile kanıtlanması, Hrıstiyan papazların İslam’daki ibadetlere hücumları ve bunlara verilen yanıtlar, Tanrı’nın birliği, sıfatları, Yahudilik, Tevrat, Talmut vs. gibi konulardır.
2.2.ES’İLE-İ HİKEMİYYE
İslam felsefesi alanında ve Osmanlıca olarak kaleme alınmıştır. H.1278, ve 1301 yılında iki defa olmak üzere üç baskı yapan eser sırasıyla, Ali Şevki Efendi, Ceride-i Askeriye ve Mehmed Necip Matbaalarında basılmıştır. Harputlu İshak Hoca, eseri insanlardaki her türlü şüpheyi gidermek için kaleme aldığını belirtmektedir. O, problemleri açıklarken öncelikle akli kanıtlara başvurmanın çok yararlı olduğunu, bunu bizzat kendisinin tecrübe ettiğini ifade etmektedir.
Eser, 166 sayfadan ibaret olup, 75. sayfasından itibaren, kaynaklarda ayrı bir eser olarak bahsedilen gerçekte ise bu eserin devamı niteliğinde olan “Karınca Kaptan” bölümü başlamaktadır. Müellif bazı soruları bu adla sorduğu için, belki böyle bir karışıklık yaşanmış olabilir. Zaten, Harputlu İshak Hoca’da Karınca Kaptan’ın bu eserin bir kısmı olduğunu belirtir.
Harputlu İshak Hoca, eserde çeşitli felsefi problemleri, soru-cevap şeklinde ele alıp incelemiş ve görüşlerini açıklamıştır. Müellif, Gazali’nin Meşşai filozoflarını küfürle suçladığı, “alemin kıdemi”, “öldükten sonraki diriliş” ve “Allah’ın cüz’ileri bilmemesi” vs. gibi konulardan bahsederken filozoflar için bu konularda küfrü gerektirecek bir durum olmadığını belirtmektedir.
2.3.ES’İLE-İ KELAMİYYE ve ZÜBDETÜ’L-İLMİ KELAM
Osmanlıca olarak H. 1283 tarihinde Cemiyeti İlmiye-i Osmaniye Matbaası’nda basılmıştır. Filozof, toplam 184 sayfadan ibaret olan esere dört sayfalık bir önsöz (dibace) yazmıştır.
Eser, kaynaklarda “Zübdetü’l-İlm-i Kelam” adıyla geçse de Harputlu İshak Hoca, kitabın adının “Es’ile-i Kelamiyye ve Zübdetü’l-İlm-i Kelam” olduğunu belirtir. O, bu konuda şöyle demektedir: “…Ben de, Adudiddin (İ’ci) (ö.1355)’nin metnini tercih ederek, Celaleddin Devvani, Abdulhalim Siyalkuti (ö.1656) ve Asım Efendi’nin eserlerinden ilave ve düzeltmeler yaparak Es’ile-i Kelamiyye ve Zübdetü’l-İlmi Kelam adını verdim.”
İnsanların kelam ilmini öğrenmelerinin uzun zaman almasından dolayı, onların dini konularda gaflete düşmeleri söz konusu olabileceğinden İshak Hoca, bunu önlemek amacıyla eseri Türkçe olarak kaleme aldığını dile getirmektedir. O, kelam ilmi öğrenmemiş kişilerin, Arapça olduğu için üç-dört yılda öğrenilebilecek konuları, Türkçe yazıldığı için bu eser sayesinde üç-dört ayda öğrenilebilmesinin mümkün olduğunu iddia etmektedir.
2.4.İCAZETNAME
Harputlu İshak Hoca’nın İcazetnamesi, 180x120, 120x68 mm. ebatlarındadır. İcazetnamenin toplamı 10 yaprak (varak) tır. Her sayfası 13 satırdan oluşmaktadır. Nesih hatla kaleme alınmış olup, meşin cilt ile kaplanmıştır. Bu icazetname’yi Muhammed Şevki’nin öğrencisi hattat İsmail ez-Zühdi tarafından istinsah edildiği en son sayfada belirtilmektedir. Süleymaniye Kütüphanesinde 542 demirbaş numarayla kayıtlıdır.
İcazetname, Harputlu İshak Hoca’nın hangi branş ve hocalardan ders aldığını belirtmesi, ayrıca onun hayatından kesitler sunması açısından önem arz etmektedir.
2.5.el-İSTİŞFA fi-TERCEMETİ’Ş-ŞİFA
İbn Sina’nın Şifa adlı eserinin ilahiyat adlı bölümünün Türkçe’ye yapılan çevirisidir. Bazı kütüphanelerde “el-İstişfa fi-Tercemeti’ş-Şifa” adıyla kayıtlı birkaç eserin müellifi olarak resmi kayıtlarda, Hoca İshak Efendi kaydı bulunmaktadır. Fakat yaptığımız değerlendirmeler sonucunda adı geçen eserlerin Şeyhü’l-İslam İshak Efendi (ö.1734) tarafından çevirisi yapılan ve Kadı İyaz (ö.1149)’a ait olan Şifa adlı eserin çevirisi olduğunu gördük. Bizim yaptığımız araştırmada, Harputlu İshak Hoca’nın çevirisi, İzmir-Tire Necip Paşa Vakfı Kütüphanesi’nde 112 demirbaş numarası ile kayıtlı bulunmakta olup Türkiye’de bulunan tek nüshadır.
Eser, filigranlı ve normal olmak üzere iki tür kağıt kullanılarak düzgün bir hatla yazılmıştır. Tüm sayfaları altın cetvellidir. Serlevha tezhibi, kalın cetvel ve ince rumi motiflerden oluşmuştur. Cildi, şirazesi ve kağıt özellikleri iyi durumdadır. Ta’lik hatla ve Osmanlıca yazılmış olup, 262 varak (524 sayfa), her sayfası 31 satırdan ibaret olup ebatları 265 x 155 (190 x 85) mm.dir.
Kaynaklar bu eserden sadece İbn Sina’dan yapılan çeviri eser diye söz ederler. Bazı kaynaklarda eser adı “İstişfa Cümletü’ş-Şifa” olarak belirtilse de İshak Hoca, adının “el-İstişfa fi-Tercemeti’ş-Şifa” olduğunu belirtmektedir. Bazı kaynaklar bu eserin Harput’ta yazma halinde bulunduğunu bildirmesine karşılık yaptığımız resmi ve gayri resmi araştırmalar da Elazığ’da böyle bir eserin bulunmadığını tespit ettik.
2.6.KAŞİFU’L-ESRAR ve DAFİU’L-EŞRAR
Osmanlıca olarak H.1288 ve 1291 yıllarında iki baskı yapan bu eser, Sultan Abdülaziz’in Bektaşiliğe olan merakını gidermek amacıyla kaleme alınmıştır. Ancak bazı kaynaklar İshak Hoca’nın takdim edilen bu reddiyeden önce aynı amaçla bir eser daha kaleme aldığını kaydederler. İlk yazdığı reddiyeyi, Harputlu Ebcizade Hoca Zülfikar Efendi’ye tetkik ettirmiş, ancak yeterli görmeyerek, mevcut reddiyesini izahlı olarak padişaha sunmuştur. Biz, yaptığımız incelemelerde ilk nüshanın ne olduğu hakkında herhangi bir veriye rastlayamadık.
Büyük yankı uyandıran eserin içeriği hakkında F. Köprülü’nün kendi eserinde hayli bilgi verilmiştir. Barthold da Harputlu İshak Hoca’nın bu risalesi hakkında şu ifadeleri kullanmaktadır: “Bektaşilik hakkında ilk ciddi ve genel tetkik J. Jacop tarafından yapılmıştır. Jacop, Bektaşilik hakkında, bu tarikatın şiddetle aleyhtarlığını yapan Hoca İshak Efendi’nin Kaşifu’l-Esrar adlı meşhur eserinde ileri sürülen bazı görüşleri aynen kabul ettiği için büyük yanlışlara düşmüştür. Sonradan gelenlerde onu takip etmekten başka bir şey yapmamışlardır.” Yukarıdaki ifadelerden ortaya çıkan iddialara göre İshak Hoca, kaleme aldığı eserinde Bektaşilik hakkında yanlış kanaatlere sahiptir.
Üç bölüm ve 173 sayfadan ibaret olan eser hakkında ileri sürülen görüş şudur: “Bu risale Hurufiliğe reddiye olup, Harputlu İshak Hoca, iki fırkayı birbirine karıştırmıştır.” Biz iddiaların ne derece isabetli olup olmadığını, müellifin kendi ifadelerine başvurarak tetkik edebiliriz. Onun için eserin yazılma amacı hakkında sözü Harputlu İshak Hoca’ya bırakalım:
“Bilinmelidir ki, Müslümanları aşağılayanların başında gelen Bektaşiler grubudur. Bunların görünürdeki söz ve hareketlerine bakılacak olunursa Müslümanlardan farkları yokmuş gibi değerlendirilebilir. Halbuki bunların “Cavidan” adını verdikleri altı kitapları vardır. Kaleme aldığımız eser üç bölümden oluşup, Birinci bölüm, Fazlı Hurufi’nin ortaya çıkışını ve bazı Bektaşilerin usul ve kurallarını, ikinci bölüm, Ferişte oğlu Cavidan’ın sapıklıklarını üçüncü bölüm ise, diğer Cavidanlar’da bulunan sapıklıkları ortaya koymaktadır.
Karmati taifesinden bir grup, İslam tarikatlarının içine sızarak kendilerini gizlemiş ve sapık fikirlerini mensup oldukları tarikatın fikirleri gibi yaymağa başlamışlardır. Bu yaydıkları küfriyata İlm-i Nokta demişlerdir. Falan şey mübahtır nokta çift geldi, falan şey haramdır nokta tek geldi diyerek dini bozmak için çalışmışlar yapmışlardır.
Bunlardan bir başka grupta Anadolu’da Bektaşi tekkesine gelip kendilerini gizleyerek, küfürlerini Hacı Bektaş-ı Veli’nin yoludur diye yaymışlardır. Bu konuda o kadar özen göstermişlerdir ki, eğer bir kimse sırrı açıklarsa onun katline hüküm vermekte tereddüt göstermemişlerdir. Onların sır dedikleri şey, Cavidan’ın içindeki işaret ve semboller olup, bunlar için Miftahu’l-Hayat adında bir risale daha yazarak onun adına sır demişlerdir. Eğer bir kişinin elinde o kitaptan olursa Cavidan’ı anlar, olmazsa anlaması mümkün değildir. Bunların inançlarında yalan vs. gibi haramlar helal sayılmaktadır.
Yukarıdaki ifadelerden açıkça anlaşılan odur ki, Hoca İshak, bir Anadolu Alp-ereni olan Hacı Bektaş-ı Veli (ö.1270) ve mensuplarını değil, fakat o adla tekkeye sızan kişi ve görüşleri reddetmiştir. Biz, İshak Hoca’nın Bektaşiler diye isim vermesini onların kendilerini bu adla tanıttıkları için kullandığı kanaatindeyiz. Bize göre Hurufilik ve Bektaşilik karıştırılmaktadır iddiasında bulunanlar bu nüansı kaçırmaktadırlar.
Kaynaklar, Fazlullah Hurufi’nin baş halifesi olan Ali el-Ala (ö.1419)’nın, Kırşehir’de Hacı Bektaş-ı Veli tekkesinde kimliğini gizleyerek dervişlere, Cavidanname’yi, Hacı Bektaş-ı Veli’nin fikirleri gibi sunduğunu kaydederler. O, kitabında yer alan ve dini hükümleri gereksiz sayan bazı ifadelerin ilahi bir sır olduğunu söyleyerek bunların gizli tutulması gerektiğini söylemiştir. Hurufilik, Anadolu’ya bu yolla ve Bektaşilik aracılığıyla girdiği ifade edilmiştir.
İ. Üzüm’de eser hakkında bahsederken: “Hurufilerin sıkı bir takibe maruz kalmasıyla Fazlullah’ın dört bir tarafa dağılan talebelerinden Ali el-A’la, Hacı Bektaş dergahına gelmiş, “Bu yol Hacı Bektaş-ı Veli’nin yoludur” diyerek Hurufi öğretilerin anlatıldığı Cavidan’ı gizli bir şekilde dergahta yaymağa çalışmış ve bu suretle Hurufi fikirlerin Bektaşiliğe nüfuz etmesini sağlamıştır” ifadelerini kullanarak aynı görüşte olduğunu ileri sürmektedir.
B. Öz, aynı görüşte olmayıp Köprülü ile aynı kanaatleri paylaşmaktadır. O, Harputlu İshak Hoca’yı bir Bektaşi düşmanı olarak tanımladıktan sonra eserin hatalarla dolu olduğunu belirterek şöyle bahsetmiştir: “Bektaşiliğin ilk araştırmacılarından olan J. Jacop, Bektaşilik düşmanı Hoca İshak Efendi’nin Kaşifu’l-Esrar’ına dayanarak temel hatalar işlemiştir. Jacop’a bağlı kalan ve onu izleyen E. Browne, Cl. Huart, ve Rıza Tevfik’te aynı temel yanlışı sürdürürler.”
J. Birge’de, B. Öz ve Köprülü ile yakın fikirler ileri sürerek: “Kaşifu’l-Esrar, Sünni İslam’ın temsilcisi olan İshak Efendi tarafından, 1873’te yazılmış hayli tartışmalı bir eserdir. Kitap, Bektaşileri ve özellikle de onların Hurufi öğretilerini değerlendirirken keskin bir nefret duygusuyla kaleme alınmıştır. Her ne kadar bu kitap Bektaşiliğin doğru yapısını anlamakta yardımcı olmaktan çok yanlış anlamaya yol açacak olsa da batılı araştırmacılar arasında dikkate değer bir ün kazanmıştır. İshak Efendi’ye göre Aliu’l-Ala, XV. yüzyılın ilk yarısında Bektaşi tekkelerine girerek Fazlullah’ın öğretilerini, Hacı Bektaş’ın öğretileriymiş gibi sunarak yayar. Oysa bu ifade için hiçbir tarihsel destek görünmemektedir. Daha çok, Hurufilik ve Bektaşilik, belirli bir dereceye kadar her zaman birbirlerinden ayrı öğreti sistemleri olmuşlardır. Karışmış olmalarına rağmen her zaman iki öğreti sistemi ayrı kökenlerin ürünü olarak tanınır ve İshak Efendi’nin keskin saldırısından korunurlar” sözleriyle karşıt görüşlere yakın bir pozisyon almaktadır
|