MUHYİDDÎN-İ ARABÎ II
Prof.Dr. Süleyman Uludağ
Konuşmam bitince şeyh rahatladı. Yüzünü bana çevirdi ve alnımdan öptü. O vaakit kendisine: "Üstad, ölülerle oturup kalkan kim, ben mi yoksa sen mi?" diye sordum. "Vallahi sen değil, ben" diye cevap verdi ve oradan ayrıldı. Bundan sonra da: "inzivaya çekilen İbn Arabî gibi çekilsin" derdi (21). Bu örnekte de görüldüğü gibi İbn Arabî gerçek diriler olarak ölüleri görüyor ve onların ruhlarıyla sohbet ediyordu.
İbn Arabî Endülüs'te bir kasaba olan Moror'da tanıdığı Abdullah b. el-Üsstad el-Mororî'den bahs ederken, tevekkül konusunda onu örnek aldığını ifade eder: "Bir zâhid için zühd konusunda dayanacağı bir kutbun bulunması şarttır. Tevekkül muhabbet, marifet ve diğer makamlar konusunda da durum böyledir. Allah tevekkülün kutbuna ermemi nasib etti. Tevekkülün onun ekseninde döndüğünü gördüm. Bu zat Abdullah b. el-Üstad idi. Çağında tevekkül kutbuydu (22). Onun makamında bulunanlar acı suyu tatlı olarak içme kerametine sahiptirler. Ben Abdullah b. el-Üstad'dan böyle bir su içmiştim. Ebu Medyen'in seçkin müridlerinden olan bu zat buna "Hacc-ı Mebrûr" derdi. Yine bu makamın şöyle bir özelliği var: Meselâ Amr başka yerde iken Zeyd onun adına yemek yer ve orada bulunmayan Amr doymuş olur(23) . İbn Arabî, et-Tedbiiratu'l-İIahiyye isimli eserini yazmaya kendisini bu şeyhin teşvik ettiğini söyler. "Abdullah b. el-Üstad'ı ziyaret ettiğimde, yanında filozof Aristo'nun eseri olan Sirru'l-Esâr'ı gördüm. Şeyh buyurdu ki: "Filozof bu eserinde dünya düzenini ve yönetimini anlatmıştır. Ben ise bu konuyu, saadetimize vesile olan ahiret yurdunun yönetimiyle mukayese etmeni arzu ediyorum." "Arzusunu gerçekleştirmek için bu eseri kaleme aldım.
Büyük ülkenin yönetimiyle ilgili hususları burada bahis konusu ettim. Bu eseri 40 güne varmadan Moror şehrinde yazdım. Filozofun eserinin hacmi benim eserimin hacminin ancak dörtte biri veya üçte biri kadardır. Bu eserden, hükümdara hizmet edenler hizmetlerinde, ahiret yolunu tutanlar da kendi şahısları konusunda faydalanacaklardır" .
İbn Arabî Merşanetu'z-Zeytûn'dan geçerken burada Allah'ın varlığını kabul etmeyen bir filozofa ait bir eser görüyor. Yine burada tasavvufî bir zevk sahibi olan caminin hatibi Abdulmecid b. Seleme ile görüşüyor. Bu zat ona şöyle bir hatırasını anlatıyor:
"Bir gece evimde namaz kılıyordum. Gece ev kilitliydi. Birden bir şahıs içeri girdi, selâm verdi. Adamın içeriye nasıl girdiğini bilmiyorum, içime bir endişe düştü ve namazı kısa kestim ve selâm verdim. Adam: "Ey Abdulmecid Allah'ın huzurunda bulunan bir kimse endişeye kapılmaz" dedi. Sonra üzerinde namaz kıldığım seccadeyi çekip aldıktan sonra yerine bir hasır serdi ve: "Bunun üzerinde namaz kıl" dedi sonra beni alıp hiç bilmediğim bir yere götürdü. Oralarda Allah'ı zikr ettikten sonra evime döndüm. Adama sordum: "Abdallar abdallık mertebesine neyle ulaşırlar?" Şöyle dedi: Ebu Tâlib Mekki'nin Kûtu'l-Kulûb'ta bahis konusu ettiği şu dört hususla: Açlık, uykusuzluk, suskunluk ve inziva. İbn Arabî, Abdülmecid'in kendisine verilen hasırı gördüğünü ve üzerinde namaz kıldığını da ekler. Ve hasır getiren şahsın "Dağların Şeyhi" diye anılan Ebu Abdullah Muhammed b. el-Eşres er-Ründî olduğunu söyler (24).
İbn Arabî Kurtuba'da iken Hz. Peygamberden evvelki ümmetlerin içinde bulunan bütün kutupların isimlerinin, kendisine Allah tarafından ihsan edildiğini ve bunları Berzah âleminde gördüğünü belirtir.(25)
Endülüs'teki şehirlerde yaptığı geziler sayesinde İbn Arabî'nin ünü her tarafa yayıldı. Büyük şeyhler tarafından ziyaret edilmeye ve tasavvufî meseleler hakkındaki görüşleri alınmaya başlandı. Bunlar arasında bir de Mutezile mezhebine mensub âlim vardı. Aynı zamanda sûfilikle de ilgilenen bu zât Allah'ın el-Kayyûm ismini kulun kendi ahlâkı haline getiremeyeceğini savunuyordu. İbn Arabî onunla bu hususu uzun uzadıya tartışmış ve Ebu Abdullah Cebr (veya Cüneyd) Kabrafikî ismindeki bu zâtın Mutezile mezhebini terk etmesini sağlamıştı(26). İbn Arabî otuz yaşına gelmeden 590/1193 senesinden evvel Bicaye'de ikâmet eden İşbiliyeli ünlü mutasavvıf Ebu Medyen'i ziyaret için Endülüs'ten Kuzey Afrika'ya geçmişti. İbn Arabî eserlerinde Ebu Medyen'den: "Şeyhim, mürşidim" diye bahs ettiği halde onunla görüşmüş olması mümkün görülmemektedir. Çünkü İbn Arabî Bicaye'yi ancak 597/1200 senesinde ziyaret edebilmişti. Oysa Ebu Medyen bu tarihten üç sene evvel 594/1197'de vefat etmiş ve Tlemsan yakınındaki Ubbad'da gömülmüştü. İbn Arabî Ebu Medyen'in mürid ve halifeleriyle görüşmüş, bunlar aracılığıyla ondan faydalandığı için kendisinden "Şeyhim" diye söz etmiştir(27). Fakat Ebu Medyen hayatta iken İbn Arabî'nin kısa bir süre için Bicaye'ye uğrayıp onu ziyaret etmiş olması da mümkündür(28). Ebu Medyen ve yedi yaşındaki oğluyla ilgili harikûlade hallerden söz ederken şöyle diyor. "Ebu Medyen'in küçük bir çocuğu vardır. Ebu Medyen nazar sahibi idi. İlimleri nazarla bilirdi. Yedi yaşındaki adı geçen çocuğa şöyle bir nazar eder ve kimsenin göremeyeceği mesafelerde denizde gemiler görür, bunların niteliklerini anlatır, bir kaç gün sonra gemiler Bicaye'ye gelir vve söz konusu niteliklere sahip oldukları görülür, çocuğun dedikleri doğru çıkardı. Çocuğa "Bunları neyle biliyorsun" diye sorunca:"Gözümle" der. Sonra ;Hayır, kalb gözüyle" diye sözüne devam eder ve konuşmasını şöyle noktalardı: "Hayır, öyle de değil. Onları babam vasıtasıyla görürüm. O yanımda iken kendisine nazar eder size haber verdiklerimi görürüm. Yanımda değilken hiç bir şey görmem"(29). İbn Arabî Ebu Medyen'i çok severdi, ona derinden bağlı idi. Hayranı olduğu Ebu Medyen aleyhinde bulunan bir kişiyi görünce tepesi atmış ve ondan nefret etmeye başlamıştı. Bir gün rüyada gördüğü Hz. Peygamber söz konusu şahsı kasd ederek "İbn Arabî'ye sordu: "O Allah'ı ve Resûlü'nü seviyor mu?" O da: "Evet, Allah'ı da seni de seviyor" dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber: "O şahıs Ebu Medyen'den nefret ediyor diye ondan nefret etmen yerine Allah'ı ve Resulünü seviyor diye onu sevseydin, daha iyi olmaz mıydı?" dedi. Bu soru üzerine İbn Arabî yanıldığını anlıyor ve yaptığına pişman oluyor. O şahıs da en çok sevdiği kişilerden biri haline geliyor. Durumu öğrenen bu kişi bundan sonra Ebu Medyen'i sevmeye başlıyor. Bir Kurban Bayram'ı günü kendisine gelen kurban etlerini yanındakilerine bölüştüren Ebu Medyen'in o şahısa bir şey vermemesi bu nefretin sebebi imiş. (Bk.İbn Arabî, Futuhât, IV.646)
İbn Arabî 590/1193 senesinde Tunus'ta olduğunu söyler. Buradaki bir hatırasını şöyle anlatır: “Tunus hükümdarına nazım geçerdi. Bunu bilen şehrin ileri gelenlerinden biri beni evine davet etti. Yemek getirdi, hediyeler verdi ve hükümdar nezdinde bir işinin görülmesi için aracı olmamı istedi. Bunun üzerine ne yemeğini yedim, ne de hediyelerini kabul ettim. Derhal evinden ayrıldım. Fakat arzusunu da yerine getirdim. Ben bunu sırf insanlık gereği olarak yapmıştım. Sonradan öğrendim ki, (şefaatçi) olduğum kimseden hediye kabul etmem Allah ve Resûlü'nün yasakladığı riba ve tefeciliktir. Benim öyle davranmam Allah'ın beni koruması ve inayetinin neticesi idi. En büyük görüş Muhammedî görüştür, (Rü'yet-i Muhammediyye) İbn Kasiyy de Kitabu Hal'in Aleyh bu sonuca varmıştır. Onun bu eserini 590/1193 'de Tunus'ta oğlundan okumuştum(30)".
İbn Arabî Tunus'ta mehtaplı bir gecede limandaki bir geminin güvertesinden denizi seyredip üzüntülerini dağıtmaya çalışırken bir kere daha Hz. Hızır'la görüştüğünü söyler: Hızır su üzerinde yürüyerek İbn Arabî'nin yanına gelmiş, ona garib bazı sözler söyledikten sonra yine su üzerinden yürüyerek sahile yakın bir yerdeki tepede bulunan mağaraya gitmiş, İbn Arabî'de bu manzarayı hayret ve dehşet içinde seyretmişti(31) ".
İbn Arabî 590/1193 senesinde İşbiliye'ye dönüyor. Orada karşılaştığı fevkalâde bir olaydan (telepatiden) bahs ediyor. Birgün İbn Arabî Tunus'ta iken zihninde bir kaside vücuda getiriyor. Bunu ne kimseye okuyor ne de kâğıda ve yazıya döküyor. Buna rağmen İşbiliye'ye geldiği zaman onu hiç tanımayan bir adam bu kasideyi kendisine okuyor, İbn Arabî hayretler içinde kalıyor ve kasidenin şairinin kim olduğunu o zâta soruyor: "Bunun şairi İbn Arabî'dir" cevabını alınca İbn Arabî'nin şaşkınlığı daha da artıyor(32).
İbn Arabî 591/1194 senesinde Cebeli Tarık boğazını geçerek muhtemelen ilk defa muvahhidlerin saltanat merkezi olan Fas'a geliyor. Buradaki ulema ve meşayih ile görüşüyor. Burada iken sihir, tılsım ve ebced hesabı konularında geniş bilgi sahibi olan kişilerden bu hususlar hakkında bilgi alıyor. Bu konuda şu bilgiyi veriyor: "Fas'ta iken müslümanlara karşı büyük bir tehlike oluşturan VIII. Alfonso'nun ordusuyla savaşmak için Muvahhid Sultanı Yakub el-Mansur ordusunu İspanya'ya yollamıştı. Burada tanıdığım ve dost olduğum bir Allah adamı (veli) bana: "Sultanın ordusu muzaffer olabilecek mi?" diye sordu. Ben de: "Bu konuda sen ne biliyorsun" dedim. O da Fetih sûresinin birinci âyetini ebced hesabına göre yorumlayarak Sultan'ın zafer kazanacağını söyledi. Gerçekten de Alfonso 591/1194'de Alarcos (el-Ukâb)'da yenilgiye uğramıştı(33).
İbn Arabî 592/1195 senesinde Endülüs'e dönüyor, etrafını ilim ve tasavvuf meraklıları sarıyor. Bunlarla sohbet ediyor. Sohbet meclislerinde resmî değil, samimî olunması gerektiğini özellikle vurguluyor. Hatta el-İrşâd fî Harkı'l-Edebi'l-Mu'tâd adıyla yazdığı bir eserinde de bu mesele üzerinde duruyor. Fakat İbn Arabî burada çok durmuyor. Ertesi sene tekrar Fas'a gidiyor. Burada bir yandan ders, öbür yandan riyazetle meşgul oluyor. Ezher camii imamı Şeyh İbn Abdülkerim'in Fas velileri hakkında camide verdiği dersleri dinliyor(34).
İbn Arabî Fas'ta iken garib vecd halleri yaşıyor. Bir gün Ezher camiinde cemaatle namaz kılarken omuzlarının parlak bir nurla aydınlatıldığını, bunun etkisiyle mekan şuurunu yitirip Lâ-Mekânî (mekansız) bir hal içinde kaldığını, hakiki değil, ancak farazî olarak yönleri bulunan bir küre vaziyetine geldiğini söyler ve: "Daha evvel de kıble duvarında eşyayı keşf tecellisine mazhar olmuştum ama bu ona benzemiyordu" der (35).
İbn Arabî pek çok harikulâde ve tabiat üstü olaydan bahs edip bunlarla ilgili manevî tecrübelerini anlatmış, ancak başkalarının benzeri hususlar hakkında verdikleri bilgileri bazen ihtiyatla karşılamış, hatta bazen bu tür şeylerin bir vehim ve hayalden ibaret olduğunu özellikle belirtmiştir. Bir kere diyor İbn Arabî Fas'ta iken bir zümre görmüştüm. Cinler bunlara diledikleri suretleri hayal ettirebiliyorlardı. Ebu'l-Abbas ed-Dekkak bunlardan biri idi. Kendisine ruhlarla konuştuğu hayal ettiriliyordu. O, kesinlikle ruhlarla konuştuğunu söylüyordu. Bunun sebebi de onların nağmelerini bilmemesiydi. Meclisime gelince susar, sonra da gördüklerini anlatırdı. Ama ben bu hususların kendisine hayal ettirildiğini biliyordum. Bazen gördüğü hayalî suretle çekişirdi bile. Böylece cin başka bir yoldan ona zarar verir ama o bu zararı o suretten bilirdi. Oysa onların nağmelerini bilenler de çok azdır(36). İbn Arabî ruhlarla konuştuğunu iddia eden bir çok kimsenin, onlara benzeyen bazı hayalî suretler gösterilip cinler tarafından aldatıldıklarını, bu sebeple bu konuda her söylenene inanmamak gerektiğini ifade ederken bunun sebebi olarak onların nağmelerini (frekanslarını, melodilerini) bilmeme halini gösteriyor. Ama bu nağmelerin ne olduğunu ve nasıl öğrenilebileceğini söylemiyor.
İbn Arabî daha sonra gidip yerleşeceği doğu İslâm âleminde sultanlar ve üst tabaka katında gördüğü ilgiyi Endülüs ve Kuzey Afrika'daki sultanlar ve devlet adamları nezdinde bulamadı. Aşağıdaki ifadesinden bunu anlamak mümkün: "Cebeli Tarık'taki Sebte şehrinde sâlih bir kişinin yanına gitmiştim. Sultan Yakub el-Mansur ile aramızda bir konuşma geçmişti, konuşmanın can sıkan ve itibara dokunan bir yanı da vardı. Bir gün Sultanla karşılaştığımda bana:
-"Dostum! Zâlim biri tarafından desteklenmeyen zelil olur" dedi.
-"Bir âlim tarafından irşad edilmeyen kimse yolunu kaybeder" dedim. Bunun üzerine:
-"Dostum el-insaf! El-insaf! dedi". Ben de:
-"Sermayeye (yani dine) dokunulmaması şartıyla tamam" dedim. O da:
-"Doğru söylüyorsun" dedi ve sustu(37).
İbn Arabî Atlas Okyanusu sahiline gidiyor, burada kerametleri kabul etmeyen bir şahısla görüşüyor. Burada bir camide Hz. Hızır'ı hasır seccadesini havaya sermiş ve üzerinde namaz kılar halde görünce adam inkârından vazgeçiyor (38).
İbn Arabî 595/1198'de el-Meriye şehrine geliyor. Burası tasavvuf bakımından önemli bir merkezdi. Murabit hanedanlığına karşı ortaya çıkan bir hareketin başında bulunan Şeyh İbnu'I-Arîfin müridlerinden; Ebu Abdullah el-Gazzâl üstadının fikirlerini burada halka öğretiyordu. İbn Arabî bu zâtla burada tanışmış, dost olmuş ve burada bir süre ikâmet etmişti. Burada inzivaya çekilerek kendini ibadete ve taata veren İbnn Arabî'ye bir mürşide ihtiyaç olmadan tasavvufa girmeyi mümkün kılan bir eser yazması rüyada ilham edildi. Bu ilhama uyarak Mevakiu'n-Nucum isimli eserini kaleme aldı. Bu eserde gök cisimlerini sembol olarak kullanarak sulûkûn üç merhalesinde Allah'ın Sûfiye lutfettiği yüce nurları anlattı (39). İbn Arabî bu eseri ele geçiren bir kimsenin şeyhe ihtiyaç duymayacağını özellikle belirtir.
|