ibni Arabi ' nin Hayatı-2



MUHYİDDÎN-İ ARABÎ II

Prof.Dr. Süleyman Uludağ

Konuşmam bitince şeyh rahatladı. Yüzünü bana çevirdi ve alnımdan öptü. O vaakit kendisine: "Üstad, ölülerle oturup kalkan kim, ben mi yoksa sen mi?" diye sordum. "Vallahi sen değil, ben" diye cevap verdi ve oradan ayrıldı. Bundan sonra da: "inzivaya çekilen İbn Arabî gibi çekilsin" derdi (21). Bu örnekte de görüldüğü gibi İbn Arabî gerçek diriler olarak ölüleri görüyor ve onların ruhlarıyla sohbet ediyordu.

İbn Arabî Endülüs'te bir kasaba olan Moror'da tanıdığı Abdullah b. el-Üsstad el-Mororî'den bahs ederken, tevekkül konusunda onu örnek aldığını ifade eder: "Bir zâhid için zühd konusunda dayanacağı bir kutbun bulunması şarttır. Tevekkül muhabbet, marifet ve diğer makamlar ko­nusunda da durum böyledir. Allah te­vekkülün kutbuna ermemi nasib etti. Tevekkülün onun ekseninde döndüğünü gör­düm. Bu zat Abdullah b. el-Üstad idi. Çağında tevekkül kutbuydu (22). Onun makamında bulunanlar acı suyu tatlı olarak içme kerametine sahiptirler. Ben Abdullah b. el-Üstad'dan böyle bir su içmiştim. Ebu Medyen'in seçkin müridlerinden olan bu zat buna "Hacc-ı Mebrûr" derdi. Yine bu makamın şöyle bir özelliği var: Meselâ Amr başka yerde iken Zeyd onun adına yemek yer ve orada bulunmayan Amr doymuş olur(23) . İbn Arabî, et-Tedbiiratu'l-İIahiyye isimli eserini yazmaya kendisini bu şeyhin teşvik ettiğini söyler. "Abdullah b. el-Üstad'ı ziyaret ettiğimde, yanında filozof Aristo'nun eseri olan Sirru'l-Esâr'ı gördüm. Şeyh buyurdu ki: "Filozof bu eserinde dün­ya düzenini ve yönetimini anlatmıştır. Ben ise bu konuyu, saadetimize vesile olan ahiret yurdunun yönetimiyle mukayese etmeni arzu ediyorum." "Arzusunu gerçekleştirmek için bu eseri kaleme aldım.

Büyük ülkenin yönetimiyle ilgili hususları burada bahis konusu ettim. Bu eseri 40 güne varmadan Moror şehrinde yazdım. Filozofun eserinin hacmi benim eserimin hacminin ancak dörtte biri veya üçte biri kadardır. Bu eserden, hükümdara hizmet edenler hizmetlerinde, ahiret yolunu tutanlar da kendi şahısları konusunda faydalanacaklardır" .

İbn Arabî Merşanetu'z-Zeytûn'dan geçerken burada Allah'ın varlığını kabul et­meyen bir filozofa ait bir eser görüyor. Yine burada tasavvufî bir zevk sahibi olan caminin hatibi Abdulmecid b. Seleme ile gö­rüşüyor. Bu zat ona şöyle bir hatırasını anlatıyor:

"Bir gece evimde namaz kılıyordum. Gece ev kilitliydi. Birden bir şahıs içeri girdi, selâm verdi. Adamın içeriye nasıl girdiğini bilmiyorum, içime bir endişe düştü ve namazı kısa kestim ve selâm verdim. Adam: "Ey Abdulmecid Allah'ın huzurunda bulunan bir kimse endişeye kapılmaz" dedi. Sonra üzerinde namaz kıldığım seccadeyi çekip aldıktan sonra yerine bir hasır serdi ve: "Bunun üzerinde namaz kıl" dedi sonra beni alıp hiç bilmediğim bir yere götürdü. Oralarda Allah'ı zikr ettikten sonra evime döndüm. Adama sordum: "Abdallar abdallık mertebesine neyle ulaşırlar?" Şöyle dedi: Ebu Tâlib Mekki'nin Kûtu'l-Kulûb'ta bahis konusu ettiği şu dört hususla: Açlık, uykusuzluk, suskunluk ve inziva. İbn Arabî, Abdülmecid'in kendisine verilen hasırı gördüğünü ve üzerinde namaz kıldığını da ekler. Ve hasır getiren şahsın "Dağların Şeyhi" diye anılan Ebu Abdullah Muhammed b. el-Eşres er-Ründî olduğunu söyler (24).

 

İbn Arabî Kurtuba'da iken Hz. Peygamberden evvelki ümmetlerin içinde bulunan bütün kutupların isimlerinin, kendisine Allah tarafından ihsan edildiğini ve bunları Berzah âleminde gördüğünü belirtir.(25)

Endülüs'teki şehirlerde yaptığı geziler sayesinde İbn Arabî'nin ünü her tarafa yayıldı. Büyük şeyhler tarafından ziyaret edilmeye ve tasavvufî meseleler hakkındaki gö­rüşleri alınmaya başlandı. Bunlar arasında bir de Mutezile mezhebine mensub âlim vardı. Aynı zamanda sûfilikle de ilgilenen bu zât Allah'ın el-Kayyûm ismini kulun kendi ahlâkı haline getiremeyeceğini savunuyordu. İbn Arabî onunla bu hususu uzun uzadıya tartışmış ve Ebu Abdullah Cebr (veya Cüneyd) Kabrafikî ismindeki bu zâtın Mutezile mezhebini terk etmesini sağlamıştı(26). İbn Arabî otuz yaşına gelmeden 590/1193 senesinden evvel Bicaye'de ikâmet eden İşbiliyeli ünlü mutasavvıf Ebu Medyen'i ziyaret için Endülüs'ten Kuzey Af­rika'ya geçmişti. İbn Arabî eserlerinde Ebu Medyen'den: "Şeyhim, mürşidim" diye bahs ettiği halde onunla görüşmüş olması mümkün görülmemektedir. Çünkü İbn Arabî Bicaye'yi ancak 597/1200 senesinde ziyaret edebilmişti. Oysa Ebu Medyen bu tarihten üç sene evvel 594/1197'de vefat etmiş ve Tlemsan yakınındaki Ubbad'da gömülmüştü. İbn Arabî Ebu Medyen'in mürid ve halifeleriyle görüşmüş, bunlar aracılığıyla ondan faydalandığı için ken­disinden "Şeyhim" diye söz etmiştir(27). Fakat Ebu Medyen hayatta iken İbn Arabî'nin kısa bir süre için Bicaye'ye uğrayıp onu zi­yaret etmiş olması da mümkündür(28). Ebu Medyen ve yedi yaşındaki oğluyla ilgili ha­rikûlade hallerden söz ederken şöyle diyor. "Ebu Medyen'in küçük bir çocuğu vardır. Ebu Medyen nazar sahibi idi. İlimleri nazarla bilirdi. Yedi yaşındaki adı geçen çocuğa şöyle bir nazar eder ve kimsenin göremeyeceği mesafelerde denizde gemiler görür, bunların niteliklerini anlatır, bir kaç gün sonra gemiler Bicaye'ye gelir vve söz konusu niteliklere sahip oldukları görülür, çocuğun dedikleri doğru çıkardı. Çocuğa "Bunları neyle biliyorsun" diye sorunca:"Gözümle" der. Sonra ;Hayır, kalb gözüyle" diye sözüne devam eder ve konuşmasını şöyle noktalardı: "Hayır, öyle de değil. On­ları babam vasıtasıyla görürüm. O yanımda iken kendisine nazar eder size haber verdiklerimi görürüm. Yanımda değilken hiç bir şey görmem"(29). İbn Arabî Ebu Medyen'i çok severdi, ona derinden bağlı idi. Hayranı olduğu Ebu Medyen aleyhinde bulunan bir kişiyi görünce tepesi atmış ve ondan nefret etmeye başlamıştı. Bir gün rüyada gördüğü Hz. Peygamber söz konusu şahsı kasd ederek "İbn Arabî'ye sordu: "O Allah'ı ve Resûlü'nü seviyor mu?" O da: "Evet, Allah'ı da seni de seviyor" dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber: "O şahıs Ebu Medyen'den nefret ediyor diye ondan nefret etmen yerine Allah'ı ve Resulünü seviyor diye onu sevseydin, daha iyi olmaz mıydı?" dedi. Bu soru üzerine İbn Arabî yanıldığını anlıyor ve yaptığına pişman oluyor. O şahıs da en çok sevdiği kişilerden biri haline geliyor. Durumu öğrenen bu kişi bundan sonra Ebu Medyen'i sevmeye başlıyor. Bir Kurban Bayram'ı günü kendisine gelen kurban etlerini yanındakilerine bölüştüren Ebu Medyen'in o şahısa bir şey vermemesi bu nefretin sebebi imiş. (Bk.İbn Arabî, Futuhât, IV.646)

İbn Arabî 590/1193 senesinde Tunus'ta olduğunu söyler. Buradaki bir hatırasını şöyle anlatır: “Tunus hükümdarına nazım geçerdi. Bunu bilen şehrin ileri gelenlerinden biri beni evine davet etti. Yemek getirdi, hediyeler verdi ve hükümdar nezdinde bir işinin görülmesi için aracı ol­mamı istedi. Bunun üzerine ne yemeğini yedim, ne de hediyelerini kabul ettim. Derhal evinden ayrıldım. Fakat arzusunu da yerine getirdim. Ben bunu sırf insanlık gereği olarak yapmıştım. Sonradan öğrendim ki, (şefaatçi) olduğum kimseden hediye kabul etmem Allah ve Resûlü'nün yasakladığı riba ve tefeciliktir. Benim öyle davranmam Allah'ın beni koruması ve inayetinin neticesi idi. En büyük görüş Muhammedî görüştür, (Rü'yet-i Muhammediyye) İbn Kasiyy de Kitabu Hal'in Aleyh bu sonuca var­mıştır. Onun bu eserini 590/1193 'de Tunus'ta oğlundan okumuştum(30)".

İbn Arabî Tunus'ta mehtaplı bir gecede limandaki bir geminin güvertesinden denizi seyredip üzüntülerini dağıtmaya çalışırken bir kere daha Hz. Hızır'la görüştüğünü söyler: Hızır su üzerinde yürüyerek İbn Arabî'nin yanına gelmiş, ona garib bazı sözler söyledikten sonra yine su üzerinden yürüyerek sahile yakın bir yerdeki tepede bulunan mağaraya gitmiş, İbn Arabî'de bu manzarayı hayret ve dehşet içinde seyretmişti(31) ".

İbn Arabî 590/1193 senesinde İşbiliye'ye dönüyor. Orada karşılaştığı fev­kalâde bir olaydan (telepatiden) bahs ediyor. Birgün İbn Arabî Tunus'ta iken zihninde bir kaside vücuda getiriyor. Bunu ne kimseye okuyor ne de kâğıda ve yazıya dö­küyor. Buna rağmen İşbiliye'ye geldiği za­man onu hiç tanımayan bir adam bu ka­sideyi kendisine okuyor, İbn Arabî hayretler içinde kalıyor ve kasidenin şairinin kim olduğunu o zâta soruyor: "Bunun şairi İbn Arabî'dir" cevabını alınca İbn Arabî'nin şaşkınlığı daha da artıyor(32).

İbn Arabî 591/1194 senesinde Cebeli Tarık boğazını geçerek muhtemelen ilk defa muvahhidlerin saltanat merkezi olan Fas'a geliyor. Buradaki ulema ve meşayih ile görüşüyor. Burada iken sihir, tılsım ve ebced hesabı konularında geniş bilgi sahibi olan kişilerden bu hususlar hakkında bilgi alıyor. Bu konuda şu bilgiyi veriyor: "Fas'ta iken müslümanlara karşı büyük bir tehlike oluşturan VIII. Alfonso'nun ordusuyla savaşmak için Muvahhid Sultanı Yakub el-Mansur ordusunu İspanya'ya yollamıştı. Burada tanıdığım ve dost olduğum bir Allah adamı (veli) bana: "Sultanın ordusu muzaffer olabilecek mi?" diye sordu. Ben de: "Bu konuda sen ne biliyorsun" dedim. O da Fetih sûresinin birinci âyetini ebced hesabına göre yorumlayarak Sultan'ın zafer kazanacağını söyledi. Gerçekten de Alfonso 591/1194'de Alarcos (el-Ukâb)'da yenilgiye uğramıştı(33).

İbn Arabî 592/1195 senesinde En­dülüs'e dönüyor, etrafını ilim ve tasavvuf meraklıları sarıyor. Bunlarla sohbet ediyor. Sohbet meclislerinde resmî değil, samimî olunması gerektiğini özellikle vurguluyor. Hatta el-İrşâd fî Harkı'l-Edebi'l-Mu'tâd adıyla yazdığı bir eserinde de bu mesele üze­rinde duruyor. Fakat İbn Arabî burada çok durmuyor. Ertesi sene tekrar Fas'a gidiyor. Burada bir yandan ders, öbür yandan riyazetle meşgul oluyor. Ezher camii imamı Şeyh İbn Abdülkerim'in Fas velileri hak­kında camide verdiği dersleri dinliyor(34).

İbn Arabî Fas'ta iken garib vecd halleri yaşıyor. Bir gün Ezher camiinde cemaatle namaz kılarken omuzlarının parlak bir nurla aydınlatıldığını, bunun etkisiyle mekan şuurunu yitirip Lâ-Mekânî (mekansız) bir hal içinde kaldığını, hakiki değil, ancak farazî olarak yönleri bulunan bir küre va­ziyetine geldiğini söyler ve: "Daha evvel de kıble duvarında eşyayı keşf tecellisine mazhar olmuştum ama bu ona benzemiyordu" der (35).

İbn Arabî pek çok harikulâde ve tabiat üstü olaydan bahs edip bunlarla ilgili manevî tecrübelerini anlatmış, ancak baş­kalarının benzeri hususlar hakkında verdikleri bilgileri bazen ihtiyatla karşılamış, hatta bazen bu tür şeylerin bir vehim ve hayalden ibaret olduğunu özellikle belirtmiştir. Bir kere diyor İbn Arabî Fas'ta iken bir zümre görmüştüm. Cinler bunlara diledikleri suretleri hayal ettirebiliyorlardı. Ebu'l-Abbas ed-Dekkak bunlardan biri idi. Kendisine ruhlarla konuştuğu hayal et­tiriliyordu. O, kesinlikle ruhlarla konuştuğunu söylüyordu. Bunun sebebi de onların nağmelerini bilmemesiydi. Meclisime gelince susar, sonra da gördüklerini anlatırdı. Ama ben bu hususların ken­disine hayal ettirildiğini biliyordum. Bazen gördüğü hayalî suretle çekişirdi bile. Böylece cin başka bir yoldan ona zarar verir ama o bu zararı o suretten bilirdi. Oysa onların nağmelerini bilenler de çok azdır(36). İbn Arabî ruhlarla konuştuğunu iddia eden bir çok kimsenin, onlara benzeyen bazı ha­yalî suretler gösterilip cinler tarafından aldatıldıklarını, bu sebeple bu konuda her söylenene inanmamak gerektiğini ifade ederken bunun sebebi olarak onların nağmelerini (frekanslarını, melodilerini) bilmeme halini gösteriyor. Ama bu nağmelerin ne olduğunu ve nasıl öğrenilebileceğini söylemiyor.

İbn Arabî daha sonra gidip yerleşeceği doğu İslâm âleminde sultanlar ve üst ta­baka katında gördüğü ilgiyi Endülüs ve Kuzey Afrika'daki sultanlar ve devlet adamları nezdinde bulamadı. Aşağıdaki ifadesinden bunu anlamak mümkün: "Cebeli Tarık'taki Sebte şehrinde sâlih bir kişinin yanına gitmiştim. Sultan Yakub el-Mansur ile aramızda bir konuşma geçmişti, konuşmanın can sıkan ve itibara dokunan bir yanı da vardı. Bir gün Sultanla karşılaştığımda bana:

-"Dostum! Zâlim biri tarafından des­teklenmeyen zelil olur" dedi.

-"Bir âlim tarafından irşad edilmeyen kimse yolunu kaybeder" dedim. Bunun üzerine:

-"Dostum el-insaf! El-insaf! dedi". Ben de:

-"Sermayeye (yani dine) dokunulmaması şartıyla tamam" dedim. O da:

-"Doğru söylüyorsun" dedi ve sustu(37).

İbn Arabî Atlas Okyanusu sahiline gidiyor, burada kerametleri kabul etmeyen bir şahısla görüşüyor. Burada bir camide Hz. Hızır'ı hasır seccadesini havaya sermiş ve üzerinde namaz kılar halde görünce adam inkârından vazgeçiyor (38).

İbn Arabî 595/1198'de el-Meriye şehrine geliyor. Burası tasavvuf bakımından önemli bir merkezdi. Murabit ha­nedanlığına karşı ortaya çıkan bir ha­reketin başında bulunan Şeyh İbnu'I-Arîfin müridlerinden; Ebu Abdullah el-Gazzâl üstadının fikirlerini burada halka öğretiyordu. İbn Arabî bu zâtla burada tanışmış, dost olmuş ve burada bir süre ikâmet etmişti. Burada inzivaya çekilerek kendini ibadete ve taata veren İbnn Arabî'ye bir mürşide ihtiyaç olmadan tasavvufa gir­meyi mümkün kılan bir eser yazması rü­yada ilham edildi. Bu ilhama uyarak Mevakiu'n-Nucum isimli eserini kaleme aldı. Bu eserde gök cisimlerini sembol olarak kullanarak sulûkûn üç merhalesinde Al­lah'ın Sûfiye lutfettiği yüce nurları anlattı (39). İbn Arabî bu eseri ele geçiren bir kimsenin şeyhe ihtiyaç duymayacağını özellikle belirtir.

 

b) İbn Arabi'nin Doğuya Seferi

İbn Arabî 597/1200 senesinde bir kerre daha Muvahhidlerin başşkenti Merakeş'e geliyor ve dikkate değer sûfilerdeen biri olan Melamî-Meşreb Ebu'l-Abbas es-Sebtiy'le görüşüyor. Burada rüyasında Allah'ın ar­şının önünde tecelli ettiğini, tecelli halinde iken müşahade ediyor. Arş etrafında uçuşanların en güzeli olan Fas'a gidip Muhammed el-Hassar'la görüşmesini ve onunla doğu seferine çıkmasını söylüyor, İbn Arabî hemen yola çıkıyor, benzeri bir rüya görmüş olan Muhammed el-Hassar'ı ziyaret ediyor. Birlikte Tlemsan'a geliyorlar.

Aynı sene Bicaye'ye gelen İbn Arabî burada rüyada bütün yıldızlar ve harflerle nikâhlandığını, bundan büyük bir ruhanî haz aldığını, sonra bu rüyasını bir kişi aracılığı ile rüya tabir etmeyi bilen birine yorumlattığını, yorumun: "Bu rüyayı gören kişiye ulvî ilimler, sırrî bilgiler ve yıldızların havâssı başka hiçbir kimseye verillmeyecek ölçüde ona verilecektir" biçiminde ya­pıldığını kaydeder.

İbn Arabî'nin tasavvufunda önemli bir yer tutan manevî nikâh onun hayatında fi­ilen böyle başlamış oluyor. Bu rüya İbn Arabî'nin yıldızların özellikleri ve bunların yeryüzündeki etkileri üzerinde de erken bir zamanda durduğunu gösteriyor.

İbn Arabî Tunus'a gelip burada ikâmet etmeye başlıyor ve doğu seyahatını üç ay geciktiriyor. Burada bir gün imamın arkasında namaz kılarken semada bir ışık görüyor ve öyle bir nâra atıyor ki hem kendisi, hem oradakiler, hatta evlerinin te­raslarında bulunan kadınlar kendilerinden geçiyor. Hattâ bu kadınlar yüksek balkonlardan yere düşüyor, ama hiç birine bir şey olmuyor. İlk defa İbn Arabî, sonra öbürleri kendilerine geliyor ve birbirlerine: "Ne oldu?" diye soruyorlar(40), İbn Arabî sayha attığının farkında olmadığını söylüyor.

İbn Arabî Tunus'ta iken tanınmış mutasavvıf Ebu Muhammed Abdülaziz'in evinde kalıyor. Bu zat kendisinden bir eser yazmasını istiyor, İbn Arabî de İnşâu'd-Devâîr ve'l-Cedâvil adlı eserini burada yazmaya başlıyor ve daha sonra tamamlıyor(41). İbn Arabî bu eserinde âlemle ilgili görüşlerini geometrik şekillerle açıklıyor. Daire şeklindeki feleklerle insan arasındaki ilişkiyi bu tür dairelerle göstermeye çalışıyor.

c) İbn Arabî Mısır'da-Hicaz da-lrak'ta

İbn Arabî dokuz ay kaldığı Tunus'tan ayrılarak İskenderiye ve Kahire'ye uğ­radıktan sonra hac görevini ifa için Mek­ke'ye geliyor. Gerek Mekke'de ikâmet eden, gerekse hac için buraya gelmiş olan âlimler ve mutasavvıflar ona büyük ilgi ve saygı gösteriyor. İbrahim makamına nezaret eden Kâbe'deki imamlardan Mekinuddin Sucâ isimli zatla onun arasında kuvvetli ve sarsılmaz bir dostluk kuruluyor. Dinî ko­nularda az sayılmayacak bilgilere sahip olan Isfahanlı İmam Mekinuddin b. Şucâ'nın Nizam isimli güzel ve alımlı kızı İbn Arabî'nin dikkatini çekiyor. Tercümânu'l-Eşvâk isimli âşıkhâne şiirleri ve gazelleri ihtiva eden eseri İbn Arabî'ye bu dilber ilham ediyor, İbn Arabi'nin bu eser­deki şiirlerinin konusu zahirde Nizâm, ama bâtında Allah'tır.

Aynu'ş-Şems ve'l-Behâ unvanıyla da anılan Nizam'ın dindar, bilgili ve ahirete gönül vermiş bir kız olduğunu söyleyen İbn Arâbî onun güzelliklerini ve gönülleri kendine bağlayan zerafetini uzun uzadıya tasvir ettikten sonra sözünü şöyle bağlıyor: "Bu eserde sözkonusu ettiğim her isim (ve nitelik) ilâhî feyzlere, ruhanî ilhamlara ve yüce ilişkilere işaret eder. Benim ya­zılarımda izlediğim yol budur. Neye işaret ettiğimi Nizam da bilmektedir. Allah bu eseri okuyanları yüce himmet sahiplerine yakışmayan hususlardan korusun"(42).

İbn Arabî uzun yıllar harcadığı emeğin ürünü olan el-Futuhâtu'l-Mekkiyye isimli ünlü eserini de Mekke'de yazmaya baş­lamıştı. 589/1202'de yazdığı ve kırk kudsî hadisi konu alan Mişkatu'l-Envâr isimli eserini de burada yazdı. Yine aynı sene Tâif’te Hilyetu'l-Abdâl adını verdiği eserini kaleme aldı.

İbn Arabî Mekke'de Kâbe'yi tavaf eder­ken sayısız tecellilere mazhar oluyordu. Bir keresinde ikinci asrın sûfilerinden İbn Hârûn er-Reşid tavaf esnasında tecessüd edip (beden kalıbı içinde) kendisine zuhur etmiş ve sohbet etmişlerdi. İbn Hârûn er-Reşid Cebrail'in bir bedevi suretinde Hz. Peygamber'e tecessüd ettiği gibi bana his­sen tecessüd etmiş (ve görünmüş) idi diyor. İbn Arabî(43).600/1203 senesinde meydana gelen yıldız kaymaları ve çöl fırtınaları do­layısıyla İbn Arabî şu açıklamaları ya­pıyordu: "Cin tâifesinin kâfirleri olan şeytanlar semaya çıkarlar. Allah'ın vahyi ile il­gili hususlarda meleklerin aralarında yaptıkları konuşmalara kulak verip haber ça­larlar. Şeytan çalıntı haberle oradan ay­rılınca Şihab (meteor, yıldız kayması) ile taşlanır. Yıldız kayması esnasında görülen parlak ışık bunun neticesidir. Bir kere Kabe'yi tavaf ederken parlaklığı uzun süre devam eden bir yıldız kaymasını gördük ve bunu önemli bir hususun işareti saydık. Sonradan o sırada Yemen'den dehşetli bir fırtınanın vukua geldiğini, ortalığın simsiyah kesildiğini işitmiştik. Taif’teki veba salgını da aynı sene vukua gelmişti." İbn Arabî o sene her zamankinden daha fazla görülen ve daha uzun süre devam eden yıldız kayması olayını bu tür olağan dışı hadiselerin habercisi olarak yorumlamış, iki tür olay arasında bir ilişkinin bu­lunduğuna inanmıştı(44). İbn Arabî Tunus'taki bir dostuna hitaben kaleme aldığı ve Mağrib'teki şeyhlerini konu alan ed-Dürretu'l-Fâhire isimli eserini de yine bu sene (600/1203'de) yazmıştı.

İbn Arabî Mekke'de bulunduğu sırada Hz. Peygamber'i rüyada görür. Hz. Pey­gamber ona: "Ey Mekke sakinleri! Ziyarete gelenler, ziyaretlerini ne vakit yaparlarsa yapsınlar sakın onlara mani olmayınız" der(45). İbn Arabî'yi tanıyan biri ona gelip Hz. Fatıma'yı rüyasında gördüğünü ama onun kendisine yüz vermediğini, bunun sebebini sorunca da "Çünkü sen Mekke şerifleri aleyhinde bulunuyorsun" dediğini, bunun üzerine adamın tevbe ettiğini, Hz. Fatıma'nın da onu affettiğini anlatan İbn Arabî bu vesileyle Ehl-i Beyte olan derin sevgisini ve saygısını dile getirmiştir(46). Mekke'de yedi ermiş (Abdâl) ile de görüştüğünü ifade eden İbn Arabî, her gün babası tarafından acımasızca dövülen, ancak yediği kırbaçların çıkardığı sesleri işittiği halde acısını duymayan, onun için de sabır konusunda örnek olan Fatma bint et-Tâc isimli sâliha bir kadınla da görüşmüş, tasavvufa yeni girdiği sıralarda kendisinin başından benzeri bir olayın geçtiğini hatırlamıştı: "Acı hissetmemek Allah'ın bazı kullarına verdiği özel bir lütfudur" diyor İbn Arabî(47)

İbn Arabî, 601/1204 senesinde Hicaz'dan ayrılıp Bağdad'a geliyor. Burada 12 gün kaldıktan sonra Musul'a gitmek üzere yola çıkıyor. Musul'a gelmesinden amacı Hz. Hızır'la yakın ilişkiler içinde bu­lunduğu söylenen Ali b. Abdullah ismindeki bir sûfiyle görüşmekti. Şehir dışında bir bağı bulunan bu sûfi ile burada görüşen İbn Arabî burada bu zat aracılığı ile Hz. Hızır'ın hırkasını üçüncü defa giyme şerefine nail olduğunu söyler. Bu olaydan sonra İbn Arabî daha önce önemsemediği tasavvufta hırka giyme olayının ne kadar önemli olduğunu daha iyi kavrıyor ve bunu müritlerine de tavsiye ediyor. Çünkü o bundan sonra hırka giymeyi sırf bir tasavvuf geleneği, tarikat mensupları arasında kardeşlik anlayışını yerleştiren ortak bir bağ olarak görmüyor, aynı zamanda bunu ahlâkî hastalıkları tedavi eden bir ilaç gibi değerlendiriyor(48). Kur'ân'a nazire yazdığını iddia eden İbn Antar'ı burada ta­nıyor, Musul'daki ilhamlarını et-Tenaz-zûlâtu'l-Musuliye adıyla bir eser şeklinde ortaya koyuyordu.

İbn Arabî Musul'da iken hocası olduğunu ifade ettiği Hanefî bir Haffız (Mukrî) ile tanışıyor. Bu zat ona, rüyada gördüğü Hz. Peygamber'in satranç oynamanın ve musiki dinlemenin mubah olduğunu söylediğini bildiriyor (49). Buna rağmen tasavvufunda semaa önemli bir yer veermeyen İbn Arabî Bağdat'ta iken Muhammed Bekrî isminde bir üstaddan Kuşeyrî Risalesini okuyor. Bu zatla Kuşeyrî arasında iki vasıta bulunduğundan bu eseri en güvenilir bir şahıstan okuma imkânı buluyor. Zaman zaman da Risalenin önemine işaret ediyor. Ayrıca Kuşeyrî'nin eserlerini bir de Ziyaeddin Abdülvehhab'tan Tekke'de dinliyor.

İbn Arabî 603/1206 senesinde Kahire'ye gelip burada bulunan Endülüslü hemşerileriyle ve sûfiler cemaatıyla buluşuyor(50). Bunlarla birlikte vakitlerini ibadetle geçiriyor, riyazet yapıyor, bir takım ha­rikulade hallerle karşılaşıyor. Bir gece kapkaranlık bir odada bulunurlarken bedenlerinin saçtığı nur ile karanlığın da­ğıldığını görüp dehşet içinde kalıyyorlar. Bu esnada ansızın beliren yüzü ve sözü güzel bir kişi İbn Arabî'ye Allah tarafından gön­derilen bir elçi olduğunu belirterek ona gayet güzel sözler söylüyor. Bu sözler aracılığıyla Allah'tan kendisine ittihadla ilgili bazı hususlar vahy (ilham) ediliyor bu sözler vahdet-i vûcud anlamına geliyor. Bu noktayı belirten İbn Arabî sözü edilen elçinin şunları söylediğini ifade ediyor: "iyi bil ki hayır vücudda, şer ademde, yyani iyi­lik varlıkta, kötülük yokluktadır. O, lütfü ile insanı yarattı, varlığına aykırı (münâfi) bir vâhid kıldı. Bu onun isim ve sıfatlarıyla ahlâklandı. Zatını görüp bunlardan fâni oldu. Kendisiyle kendisini gördü. Böylece sa­yı aslına döndü. O halde: "O var, sen yoksun." Bu vakayı oradaki cemaate haber ve­rince Allah'a hamd ettiler. Sonra başımı eğip bir manzume yazdım. Arkadaşlarım uyuyorlardı. Abdullah uyandı ve bana ses­lendi ama ben sanki uyuyormuşum gibi ona cevap vermedim. Ama o: "Sen uyu­muyorsun, Allah'ın marifeti ve tevhidi ko­nusunda şiir vücuda getiriyorsun" deyince başımı kaldırıp; "Bunu nereden biliyorsun" dedim. Şöyle dedi: "Gördüm ki yüksekte

Sayfa1 Sayfa 2 Sayfa 3 Sadreddin Konevi Hz.

 

Dipnotlar

(21) İbn Arabî, Fütuhât, IV, 95.

(22) İbn Arabî, Fütuhât, III. 58, 59. İbn Arabî, Sultan Melik Muzaffer'e verdiği icazetnâmede üstadlarının bir listesini verir. Kendi ifadesine göre hocaları şunlardır:

Kıraatta hocalar: Lahmî, Kur'ân, Kıraat, Şerrât, Kur'ân ve Kıraat. Bâzeli: Kıraat. İbn Ebi Cemre: Kıraat.

Hadis: İbn Hayrât. Abdussamed Horasânî. İbn Arabî, bu zattan Müslim okudu. Yunus b. Yahya, İbn Arabî bu zattan zühde dair eserler, özellikle Buharî okudu. Ebu'ş-Şuca. Bu zattan Tirmizî okudu. Ebu'l-Ferece Bağdadî. Bu zattan Ebu Da-vud'un süneninl okudu. Ebu'l-Hayr Kazvini, bu zattan Beyhakî'nin eserlerini okudu. Ebu Tahir Silefûi, bu zattan hadis ilmine dair genel bir ica­zet aldı.

İbn Arabî Buhari, Müslim ve Tirmizî'yi özetlemiş (ıhtısar), İbn Hazm' ın el-Muhalla isimli eserini kı­saltmış, el-Mısbah isimli eserinde sahih hadisleri toplamıştı. Mişkatu'l-Envâr ve el-Erbaûn isimli eserlerinin konusu da hadistir. O hayatının so­nuna kadar Kur'ân ve hadisle ilgilenmiş, çok ta­nınan bir âlim olduğu zaman bile hocalardan ha­dis dersleri almıştı. Nebhanî, I, 118.

Tasavvuf: Muhammed Bekrî ve Ziyauddin İbn Se­kine. Bu iki zattan Kuşeyrî'nin risalesini okudu. İbn Cevzi'den Sıfatu's-Safve ve diğer eserlerini ri­vayet için icazet aldı.

(23) İbn Arabî, Mevâkiu'n-Nucûm. 117.

(24) İbn Arabî Risaletu'l-Kudüs, 18. Futuhât, II, 8.

(25) İbn Arabî. Futuhât, I, 196.

(26) İbn Arabî, Futuhât, III, 58.

(27) Bk. Keklik, Muhiddin İbnu'l-Arabî, 91.

(28) Asin Palacios, 35. bk. Barges. Ebu Medyen, Paris. 1884.

(29) İbn Arabî, Futuhât. I, 288, 318.

(30) İbn Arabî, Futuhât, IV, 634. İbn Arabî daha sonra İbn Kasiyy’in bu eserini şerh etmiştir.

(31) İbn Arabî. Futuhât, I, 241.

(32) İbn Arabî, Futuhât, III. 445.

(33) İbn Arabî, Futuhât. IV, 281.

(34) İbn Arabî, Futuhât, I, 318.

(35) İbn Arabî, Futuhât. II, 640.

(36) İbn Arabî. Futuhât, IV, 95.

(37) İbn Arabî, Futuhât, II, 821.

(38) İbn Arabî, Futuhât, IV, 701.

(39) İbn Arabî, Futuhât, I, 242.

(40) İbn Arabî, Futuhât. I, 436, II, 491, III, 338.

(41) İbn Arabî, Futuhât, l, 225.

(42) İbnı Arabî, Futuhât, I. 155.

(43) İbn Arabî, Zehaîru'l-A'lâk Şerhu Tercümani'1-Eşvâk.. Beyrut, 1312. s. 2.

(44) İbn Arabî, Futuhât, II, 20.

(45) İbn Arabî, Futuhât. II, 592.

(46) İbn Arabî, Futuhât. I, 627.

(47) İbn Arabî, Futuhât, IV, 152.

48) İbn Arabî, Futuhât, II,531.

49) İbn Arabî, Futuhât, I,242.

50) Asin Palacios'a göre İbn Arabî önce Mısır'a sonra Anadolu'ya; N. Kekliğe göre ise önce Anadolu'ya sonra Mısır'a gidiyor, bk. Asin Placios. 63; N, Keklik. 152.

 

 

 
 
 






 
toplam 71479 ziyaretçikişi burdaydı!
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol